Hürrem. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 20

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem - Turhan Tan

Скачать книгу

gözlerini dikti.

      “Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”

      Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü.

      “Düş ardıma,” dedi, “daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”

      Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber, “emir kulu” olmaktan bir parmak bile yükselemediğini anladı. Dilediği vakit sormadan, rızasını bile almaya gerek görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini istediği şekilde kullanan, kullanabilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü. Gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti. Hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini yakıyor, canını yakıyor, ruhunu yakıyordu. Fakat durumu olduğu gibi kabul etmek zorunda olduğunu da seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultanın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı.

      “Haydi, o padişahtı, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”

      Hafsa Sultan bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.

      “Deli kız,” dedi, “saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak Aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”

      Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.

      “Ya,” dedi, “Arada güller, sümbüller de var ha. Demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu Şevketli Hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”

      Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp onu yanına çekti.

      “Aslanınıza,” dedi, “fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi ettiklerinize bakıp ona göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”

      Salondan oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu.

      “Yapacağını da söyler misin, Hanım Sultan?”

      O, başını çevirmeden cevap verdi.

      “Bana yakışanı!”

      Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber, dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde sultanlığına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki önemsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir açlıkla kucaklayıverecekti; çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha güzel ve daha cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Rus dağlarından koparılıp İstanbul sarayına getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir güzellik, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi eskisine nazaran iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar fark taşıyordu. Önceden yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi sakin ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti halindeydi; kalkıktı ve üzerinde bulunduğu yüze çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.

      Süleyman, goncalık güzelliğini korumakla beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in, güzellik bakımından elde ettiği gelişimi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi.

      “Çok teşekkür ederim, valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz gidelim, halvette konuşalım.”

      Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilâhîleşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.

      Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık manevî ihtiyaçları kamçıladığından, âşık Hünkâr, homurdanan bir kurt gibi görünüyordu.

      Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye döndü. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını uluorta koklamak hırsından uzaklaşmıştı; onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan, kokulu bir sevda kıvılcımı yaratmak isteğine kapılmıştı.

      Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir konu açtı.

      “Aslanım,” dedi, “gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”

      Ve, “Öp Aslanımın ayaklarını,” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti.

      “Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”

      Hünkâr, duyan, fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeniden kaybetmiş, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibi beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.

      “Tekrar teşekkür ederim, valide,” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”

      Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le

Скачать книгу