Hürrem. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 22

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem - Turhan Tan

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      “Bak,” dedi, “iyi bak. Ne var orada?”

      “Cariyeniz Hürrem!”

      “Yani bir güneş.”

      Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı.

      “İşte,” dedi, “aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”

      Birbirlerini gözbebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli öpüşlerin açıklığıyla, ve kulaktan değil dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın gözbebeklerinde beliren kendi yüzünü görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yan yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!

      Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoş edici saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı; açık bir kızgınlıkla Hünkârı süzüyordu. Onda, henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın gözbebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini hayal ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek demleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahlûk olduğu için, kalbine çöken sızıyı sezdirmemeyi başardı, tabii bir duruma bürünerek sordu.

      “Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi Efem?”

      Hünkâr, çılgın bir acele içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı.

      “Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”

      Biraz sonra, Rus bozkırlarından gelen küçük Halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın gözbebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini haşmetli Hükümdarın kalbine atmış bulunuyordu. O, güzeller güzeli sayılan halayıkların yıllarca beklemek ve birçok üzüntüler çekmek şartıyla ancak erebildikleri bir saadeti yedi sekiz ay içinde ele geçirdiğinden dolayı değil, bu nimetin kolay kolay elden çıkmayacağını anladığı için gurur duyuyordu. Tabiatın numunelik yarattığı kadınlardan biri olmak kuvvetiyle, Hünkârın duygusal durumunu çarçabuk kavramıştı ve onun aşkı tarif ederken olduğu gibi gösterirken de samimî davrandığını anlamıştı. Şimdi bu vaziyetten yararlanmak ve bir kalp kazandığını kuruntulayarak zafer sersemliği geçiren Padişahı o kuruntu ve o sersemliğin hazzı içinde bunaltmak istiyordu.

      Tabiatın olgun bir çırağı olarak hayata gözlerini açmış bu çok hassas ve çok işvebaz kadın, hangi yolun başında bulunduğunu tamamıyla görüyordu. Bu yol, gelişigüzel gözdelik yolu değildi. Eğer kalbini dudaklarına alarak ve o kalbi bir öpücüğe çevirip kendine aşk ilân eden şu erkeği daimî bir heyecan içinde bırakabilirse, dünyanın hâkimi olacaktı. Önünde işte bu muhteşem hâkimiyet yolu açılmıştı. Hüner, başka kadınların bir türlü aşamadıkları ve ilk merhalesinde sendeleyip kaldıkları bu yolu aşmaktaydı ve bunun için yapılacak şey, öbür kadınları sendeleten sebeplerden uzak kalmaktan ibaretti.

      Rusya’nın fettan çocuğu, Sultan Süleyman’la yaşadığı ilk mahrem temasının yorgunluğu arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini koruyan Hünkârı o güçten uzaklaştırmayı planına temel yaptı. Sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin sersemliğini henüz gideremeyen erkeğe yanaştı.

      “Aşk,” dedi, “rüyaymış, Efem!”

      “Neden?”

      “Elde, avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”

      “Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”

      “Orada tatlı bir sızı var, Efem.”

      “İşte aşk budur, Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”

      “Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu, Efem?”

      Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamış, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu haliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.

      Hünkâr gerçekten sarhoşlaşıyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat özel bir zekâ, özel bir hassasiyet ve bir cilvekârlıkla karşılaştığına inanmıştı. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini, hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla; gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyor, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.

      Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu özelliği, Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı aniden bir yangına çevirip ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştah, bir haykırış olup Padişahın dudaklarında titredi.

      “Yüreğimde oturuyorsun da onun nasıl sızladığını görmüyor musun? Gözünü aç, Hürrem, kalbime iyi bak. O yanıyor, senin için yanıyor!”

      Kız sanki bu yanan kalbi avucuna alıp oynamak istiyormuş gibi sokuluyor, başını Hünkârın göğsüne dayayarak uzun uzun kokluyordu. Fakat hesaplı davranmaktan geri kalmıyordu. Emeli yanmadan yakmak, yıkılmadan yıkmak, incinmeden yenmekti.

      Oyuncu zekâsının bütün inceliklerini kullanarak bu emeline erdi, genç Hükümdarı bozgundan bozguna uğrattı, okşaya okşaya yıprattı, rüyadan rüyaya geçerek tamamıyla sarhoşlattı ve sonra tek bir ter damlası taşımayan zinde alnını onun dizlerine dayayarak sordu.

      “Ben sizin nenizim, Efem?”

      “Aşkım.”

      “Ya siz benim nemsiniz, Efem?”

      “Aşkın!”

      “Valide Sultan Efendimiz, Hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”

      Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar büyüleyen şu oynak kadına evet diyemezdi, çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, sınırsız bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak sağlar, ne de kendisine bir görev verebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa, sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.

Скачать книгу