Hürrem. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 21

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem - Turhan Tan

Скачать книгу

Bu usule göre hünkâr, kalbî olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince haremağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçim törenini tamamlardı.

      Süleyman, bu geleneğe saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini gösterme düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, gelenekten de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.

      “Allah,” dedi, “safa-yı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”

      İşte o sırada Mahidevran, haremağalarıyla dil kavgası yapıyor, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü, hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek derdine düşmüş oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu. Vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.

      O hırçın Hasekiyi oradan uzaklaştırmak, yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne uygun oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve gelenek, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.

      Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken, Süleyman da Hürrem’in karşısına geçmiş, derin bir kendinden geçmeyle onu izliyordu.

      Gerçekten kendinden geçmiş gibiydi; içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında el pençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.

      Süleyman, uzun ve pek uzun bir an bu durumda kaldı; yeriyle, göğüyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, çiçekleriyle, kuşlarıyla ruhunda beliren âlemin gelişimini safha safha seyretti ve sonra harikalar kuruntulamaktan yorulmuş, bunalmış bir hayal avaresi gibi silkindi, hakikatin kucağına atılarak dinlenmek istedi, Hürrem’in iki elini avuçlarına aldı.

      “Kız,” dedi, “sen yaman şeysin. Aslını bilmesem gökten indiğine inanırdım. Bu ne güzellik, ne güzellik!”

      Şimdiye kadar hiçbir kadına şu şekilde iltifat etmemiş, “güzelsin” dememişti. Birlikte olduğu kadınların gördükleri en yüce lütuf ve en yüksek muhabbet nişanesi, yanaklarının okşanmasından, saçlarının biraz karıştırılmasından ibaretti. Sürekli aşk dakikalarının yegâne cümlesini de “hazzettim” kelimeleri oluştururdu. Fakat o okşanışı gören, o basit kelimeleri duyan kadınlar, yanakları mehtaba değmiş, saçları yıldızlarla örülmüş ve meleklerle dudak dudağa gelmiş gibi ışıklı bir sersemliğe kapılırlar; gülerek, ağlayarak şükranlarını terennüm ederlerdi.

      Hürrem öyle yapmadı, yere kapanmadı, sevinç yaşları dökmedi, şükran kasideleri kekelemedi, sadece gülümsedi.

      “İnsanın,” dedi, “ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum, Efem.”

      Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi.

      “Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”

      “Buna imkân var mı, Efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”

      “Aşka düşersen kullanabilirsin!”

      “Aşk nedir, Efem? Yeni işitiyorum bunu!”

      Süleyman, ne şaşırdı ne de kızdı. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber, yapılan şu somdan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu.

      “Aşk,” dedi, “bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler, şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o gülde koku neyse, birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”

      Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr, yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek yeteneğinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti.

      “Yıldızlar,” dedi, “niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir? Aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”

      Hürrem, ellerini Hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi.

      “Hayır!”

      Süleyman, hayretle karışık bir isyanla iki adım geri çekildi, kızı serbest bırakarak kollarını göğsüne kavuşturdu.

      “Hayır mı?”

      “Evet, Efem, anlamadım. Çok tatlı söylüyorsunuz ama ben bir şey anlamıyorum. Merhamet buyursanız da bana aşkın kendisini gösterseniz.”

      Hünkâr, güç bir durumda kalmıştı. Kendisi aşkın bir tür yaratılış hastalığı olduğuna inananlardandı. Fakat aşkın sütte, şekerde, gülde kokuya benzemesini kavrayamayan Hürrem’e, vücudu mutlak, kemali mutlak, cemali mutlak, hayrı mutlak konularını nasıl anlatabilirdi?

      Hâlbuki şu güç işi başarmaya mecburdu. Yedi, sekiz aydan beri kurduğu hülyalara gerçekleşme yolunu açabilmek için her şeyden önce yar-ı canına aşkı anlatmak ve tattırmak lâzımdı. Şu gereklilikle işin ansızın aldığı çapraşıklığı uygunlaştırmak ise kaleler devirmekten çok müşküldü.

      Süleyman, yaradılışındaki hükmetme meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı zaman bütün güçlüklerin, hatta bir an içinde, sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek yeterdi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuştüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle yetinmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir sertlik göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı mevkiden ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için, Hürrem’in o mevkii yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan sertliğinden mutlu oluyordu. Ona aşkı anlatmayıysa zaten istiyordu. Bu sebeplerle mutlu bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.

      “Gündüz,” dedi, “her yanda ne görürsün?”

      “Aydınlık!”

      “O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile

Скачать книгу