Hürrem. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 25

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem - Turhan Tan

Скачать книгу

öldürürüm. Bunu düşününüz, soruma öyle cevap veriniz.’

      Biz susuyorduk. O hepimizi ayrı ayrı süzdükten sonra sordu.

      ‘Bir düşmanım var, onu boğmak istiyorum. Bana yardım eder misiniz?’

      Kimimiz tınmadı, duymazlığa geldi. Kimimizin ağzından isteksiz bir ‘evet’ çıktı. Fakat o, kendini dinliyordu; bizim iç yüzümüzü görecek, sesimizi duyacak hâlde değildi. Onun için sık dokuyup ince elemedi, Bodur Zeynep’e emir verdi, Hürrem’i çağırttı.”

      Hafsa heyecan gösterdi.

      “Sonra?”

      “Sonra Sultanım, küçük Moskof kızı geldi. Ama ne geliş… Cenabın da görse dayanamazdı, celâllenirdin.”

      “Allah, Allah. Nasıl geldi bakayım o kız?”

      “Salına salına!”

      “Genç kız, güzel kız. Elbet salınır. Suç mu bu?”

      “Yalnız salınmıyordu Sultanım, dudağını da büküyordu. Haseki Efendimizi önemsemiyordu. Köleyiz, kuluz ama bizim bile o geliş gücümüze gitti. Yol var, erkân var. Bir halayık, şehzade anası hasekilerin yanına öyle çalımlı mı gelir!”

      “Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”

      “Evet, Sultanım. Hürrem, sanki Haseki Efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin,’ dedi.”

      “Sahi, böyle mi dedi, Sümbül?”

      “Evet, Sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”

      “Mahidevran ne yaptı?”

      “O da ilkin belinledi, bön bön bakındı; sonra gazaba geldi, köpürdü. ‘Bre kaltak, bu ne çalım? Sen kendini adam mı oldum sanıyorsun. Gözünü iyi aç, terbiyeni takın. Senin şu halayıklarımdan farkın yoktur. Karşımda onlar gibi ayakta duracaksın!’ diye haykırdı.”

      “Hürrem ne dedi ona?”

      “Ne diyecekti, Sultanım? Elbette teşekkür etmeyecekti, karşılık verecekti. Nasıl ki verdi, hem de bol bol verdi. ‘Kaltak sensin,’ dedi; ‘Hoşt murdar,’ dedi; ‘Halt etmişsin kepaze,’ dedi; ağzına geleni söyledi.”

      “Sonra?”

      “Sonra, Sultanım, Haseki Efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nâra savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”

      “Siz put gibi duruyor muydunuz?”

      “Hürrem, Haseki Efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi, Sultanım.”

      “Haseki dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”

      “Dövülmedi amma sövüldü, Sultanım.”

      “Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, Aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”

      Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı.

      “Haydi, git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı açık etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”

      Valide Sultan, Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi.

      “Bu iş çok iyi oldu. Aslanım, Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”

      Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirip, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in Hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.

* * *

      Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi mutluluğunu kısa bir cümleyle müjdeledi.

      “İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”

      Ve şu cümlenin ima ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir hayal dakikası geçirdi. Sonra şen bir gülümsemeyle başını doğrulttu.

      “Şimdi,” dedi, “sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”

      Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu.

      “İran elçisi Üsküdar ’a geldi. Piri Paşa kulun telhis sunuyor, beş yüz atlıyla gelen elçinin hangi gün İstanbul’a geçmesine ferman buyuracağınızı soruyor.”

      “Beş yüz atlıyla mı gelmiş elçi?”

      “Evet, Padişahım!”

      “Bir barış mektubunu, bir dost selâmını taşımak için bu kadar atlı fazladır. Lalama söyle, elçiyi yirmi atlıyla yarın İstanbul’a geçirsin, kalabalığın üst tarafı Üsküdar’da kalsın. Başka ne var?”

      “Şirvan Şahı’ndan mektup!”

      “Tahta çıkışımı mı kutluyor? Biraz geç kaldı. Biz de cevabımızı geç verelim. Ödeşelim. Başka?”

      “Moskova Kinazı bir elçi yollamış, adı Jan Morosof. Vezir kulunla görüşmüş. Efendisinin efendimle dayanışma yapmak istediğini söylemiş.”

      “Dayanışma mı? Neye iyi bu?”

      “Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”

      “Gülünç bir teklif. Lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Kinaz Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”

      “İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”

      “Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”

      “Keramet buyurdunuz Padişahım, öyle yapıyor.”

      “Ne diyor?”

      “Cennetmekân pederinizin Mısır ’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”

      “Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına

Скачать книгу