Norveç masalları. Frederick Herman Martens

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Norveç masalları - Frederick Herman Martens страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Norveç masalları - Frederick Herman Martens

Скачать книгу

olarak, istekleri yerine getirilmediğindeyse rahatsız edici tuhaf karakterler olarak karşımıza çıkarlar.

      Gizemli Kilise

      Günlerden bir gün Etnedal’dan bir öğretmen, balık tutmak için dağlarda konaklamaktaydı. Okumayı çok sevdiği için yanında daima bir iki kitap taşırdı. Uzanmak için vakti olduğunda, tatillerde veya kötü hava nedeniyle balıkçı barakasında kalmak zorunda olduğu zamanlarda kitaplarını okurdu. Bir pazar sabahı barakada uzanmış kitap okurken kilise çanına benzer bir ses duyar gibi oldu. Ses kimi zaman uzaklardan geliyor gibi belli belirsizdi, kimi zamansa öyle belirgindi ki sanki rüzgâr, sesi ona doğru taşıyordu. Hayret ederek uzunca bir süre sesi dinledi, ancak kulaklarına inanamıyordu, çünkü tepelerin ardındaki bölge kilisesi çanlarının sesini buradan duyabilmesi mümkün değildi. Oysa sesi bir an için o kadar net duymuştu ki… Bunun üzerine okuduğu kitabı bir kenara koydu, ayağa kalktı ve yola çıktı. Hava çok güzeldi, güneş tepede parlıyordu ve kiliseye giden gruplar yanından bir bir geçiyorlardı. Hepsi pazar gününe özel giysilerini giymişler, ellerinde ilahi kitaplarıyla ilerliyorlardı. Öğretmen, bir süre daha ormanda yoluna devam etti. Daha önce ağaçlar ve çalılardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir yerde ahşap bir kilise olduğunu gördü. Bir süre sonra rahip geldi, ancak o kadar yaşlıydı ve eli ayağı o kadar tutmuyordu ki eşi ve kızı yürümesine yardımcı oluyordu. Öğretmenin olduğu yere geldiklerinde durarak onu kiliseye, ayini dinlemeye davet ettiler. Öğretmen bir an için duraksayıp bu insanların Tanrı’ya nasıl ibadet ediyor olduklarını görmenin ilginç olacağını düşündü ve eğer herhangi bir zarar görmeyecekse daveti kabul edeceğini söyledi. “Hayır, size hiçbir zararı olmayacak; aksine bu bir lütuf,” dediler. Kilisede her şey sessizce ve usulüne uygun devam etti. Ortada ayinin huzurunu bozacak ne bir köpek ne de bir bebek vardı, söylenen şarkılar da güzeldi ama kelimeleri seçememişti öğretmen. Rahibin vaiz kürsüsüne doğru ilerlemesine yardım edildikten sonra rahip vaazına başladı. Öğretmen bu vaazın bir şey dışında gerçekten çok hoş ve içinde bazı duyguları uyandıran cinsten olduğunu düşündü. Kafasında acayip bir düşünce belirmişti; vaazı tam olarak anlayamamıştı. “Cennetteki Babamız…” sözü kulağa pek doğru gelmemişti ve “Bizi şerden koru…” gibi bir söz duyduğunu da hatırlamıyordu. Ayrıca İsa’dan söz edildiğini de duymamıştı ve vaazın sonlarına doğru kutsamayla ilgili bir tören de olmamıştı.

      Ayin sona erdiğinde öğretmen, papaz evine davet edildi. Daha önceki cevabının aynısını verdi ve kendisine zarar gelmeyecekse daveti kabul edeceğini söyledi. Tıpkı daha önce olduğu gibi kendisine bir zarar gelmeyeceği, aksine bunun bir lütuf olduğu cevabını aldı. Böylece onlarla papaz evine gitti. Papaz evi tıpkı mahalledeki diğerleri gibi göz alıcı ve sağlam bir yapıydı. Bahçesinde çiçekler ve elma ağaçları vardı, bahçe de sade bir çitle çevrelenmişti. Öğretmeni sofralarına davet ettiler; yemekler dikkatle hazırlanmış ve çok leziz görünüyordu. Daha önce olduğu gibi eğer kendisine bir zararı olmayacaksa davetlerini seve seve kabul edeceğini söyledi öğretmen ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine onlarla yemek yedi, ara sıra köy kilisesi rahibiyle yediği Hıristiyan yemekleriyle bu yemekler arasında pek bir farklılık olmadığını ifade etti. Kahvesini de içtikten sonra anne ve kız onu başka bir odaya çektiler. Rahibin karısı, eşinin ne kadar yaşlı olduğundan ve elinin ayağının artık tutmamaya başladığından yakınarak bunun uzun zaman böyle devam etmeyeceğini söyledi. Kadın sözlerine öğretmenin ne kadar güçlü, ne kadar kabiliyetli bir adam olduğuyla devam etti ve öğretmene, yaşlı eşinin yerine yeni rahip olarak onlarla kalmasından ne kadar mutluluk duyacaklarını söyledi. Öğretmen, bir vaiz olmadığını söyledi onlara; ancak anne ve kız, öğretmenin bilgisinin zaten yeterli olduğunu, daha fazlasınaysa ihtiyacı olmadığını söylediler. Piskopos bu bölgeye hiç ziyarette bulunmazdı; başrahibin de buralara uğradığı görülmemişti. Anne ve kızın bu kişiler hakkında hiçbir fikri yoktu. Bunun üzerine öğretmen, yeterli düzeyde irfana sahip olsa dahi bu iş için kabiliyetli olmadığını söyledi. Bu teklif hem onun için hem de anne kız için gerçekten önemli olduğundan dolayı acele bir karar vermek istemiyordu, bu yüzden bu teklifi bir sene düşünmek istediğini söyledi. Bunu söyler söylemez kendisini ormanın içinde bir göletin yanında buldu; ortalıkta ne papaz evi vardı ne de kilise… Böylelikle meselenin kapanmış olduğunu düşündü. Bundan bir yıl sonra, teklifi düşünme süresinin bitmesine yakın, barakada çalışmaktaydı. Okul tatil olduğu için buraya gelmiş, bazen balık tutuyor bazen de marangozluk işleriyle uğraşıyordu. Bir gün duvarı her iki yanından desteklemeye çalışırken bir yıl önce dağda, ormanın ortasında karşılaştığı rahibin kızının ona doğru geldiğini gördü. Teklif üzerine düşünüp düşünmediğini öğretmene sordu kız. “Evet,” dedi öğretmen, “teklifi düşündüm ama kabul edemeyeceğim, çünkü Tanrı’nın huzurunda görevi layığıyla yerine getiremeyeceğim.” Tam o anda rahibin kızı yer yarıldı da yerin içine girdi sanki. Öylece yok oluvermişti. Bu olayın üzerine öğretmen baltayı alıp büyük bir ustalıkla bacağını dizinden kesiverdi ve hayatı boyunca sakat olarak yaşadı.

*

      “Gizemli Kilise” (Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, 217, Valders, bir papaz tarafından anlatıldı), bir önceki hikâyede geçen yeraltı ahalisinin cana yakın oluşlarıyla büyük bir tezatlık gösterir ve bütün gariplikleriyle dinleyeni etkileyen bir hikâyedir. Norveç’te vahşi yaşamın ortasındaki bu kiliselerin hikâyeleri halen anlatılagelmektedir ve uzaktan çanların sesini duymanın kötülüğün habercisi olduğu söylenmektedir. Ibsen’in “Brand” isimli buzdan kilise masalının kökeni de bu tarz bir halk masalına dayanıyor olabilir.

      Aspenclog

      Aspenclog’un annesi bir titrek kavak ağacıydı. Annesini baltayla kesen adamların hepsini bir bir öldürdükten sonra da Kral'a gitti ve kendisine bir iş verip veremeyeceğini sordu. Ödeme olarak istediği tek şey, bütün işleri bitirdiği ve yapacak başka bir iş kalmadığı zaman Kral'ın sırtına üç kez vurmaktı. Kral bu şartı kabul etti, çünkü Aspenclog için her zaman yapacak bir iş olacağını düşünmüştü. Ardından onu odun getirmesi için ormana yolladı ancak Aspenclog o kadar çok odun kesmişti ki iki atın çektiği yük arabasına bunları sığdırmak mümkün olmamıştı. Bunun üzerine Aspenclog iki kutup ayısı alarak onlara koşum takımı vurup yük arabasını saraya doğru sürmeye başladı. Vardığında ayıları ahırda bıraktı, bunun sonucunda ayılar Kral'ın bütün öküzlerini yedi.

      Sonrasında Aspenclog’a öğütme değirmeninde çalışması söylendi çünkü şeytan, değirmenin devamlı durmasına neden oluyordu. Aspenclog’un öğütücüyü kullanmaya başlamasıyla, beklendiği gibi, değirmenin durması bir oldu. Eline bir mum alarak değirmeni şöyle bir kontrol etti. Hiç şüphe yoktu ki şeytan, bacaklarını değirmen taşına sıkıştırmıştı. Aspenclog bacağı görür görmez baltasıyla kesiverdi. Bunun üzerine şeytan bir bacağının üzerinde sekerek geldi ve büyük bir korkuyla ağlaya ağlaya kaybettiği bacağını geri alabilmek için yalvardı. “Hayır, bacağını geri alamazsın,” dedi genç adam, tabii karşılığında bir kile8 para vermezse… Şeytan, Apenclog’a parasını ödemek zorunda kalınca onu kandırmaya karar verip her bir kile için bahis oynamalarını önerdi, böylece hangisi daha iyi fırlatırsa o kadar ödeme yapılacaktı. İlk önce kimin atış yapacağı üzerine uzun bir süre tartıştılar. Sonunda Aspenclog başladı. Şeytanın elinde fırlatacakları top vardı. Aspenclog uzun bir süre Ay’a bakarak dikildi. “Neden Ay’a bakarak dikildin öyle?” diye sordu şeytan. “Topu Ay’a fırlatıp fırlatamayacağımı düşündüm sadece,” dedi

Скачать книгу


<p>8</p>

Arapça “keyl” sözcüğünden türemiş olan “kile”, eski zamanlarda tahıl ve arpa için kullanılan bir ölçü birimidir. Ağırlık yerine hacme dayalı olan bu ölçü biriminin genelgeçer bir karşılığı yoktur çünkü ölçü bölgeden bölgeye değişiklik gösterir ve o bölgenin adıyla anılırdı (örn. İstanbul kilesi gibi). (ç.n.)