Cengiz Han. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cengiz Han - M. Turhan Tan страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cengiz Han - M. Turhan Tan

Скачать книгу

baş başa kaldı, düşman eline düştü.”

      “Naymanlar mı bu işi yaptı, Oyratlar mı?”

      “Değerli bacı, Merkitler (Toguzların atıcı manasına gelen ikinci adları) elindedir. Bugün öyle salık (haber) aldık.”

      Temuçin, anasının çadırında olduğu gibi gene dizi dizi ter içinde kalan alnını elinin tersiyle sildi. Birkaç kere bıyığını çekip bıraktı.

      “İnandım.” dedi. “Bugün inandım. Ugan (Allah) bizi sınıyor, yüreğimizi tartıyor. Ben her şeye dayanacağım. Varsın, Börta da yok olsun. Ulusumuz yaşıyor ya, bu bize yeter!..”

      Fakat içinden başka türlü söyleniyordu, bütün Merkitleri yeryüzünden kaldırmaya ant içiyordu, o büyük ulusun dere gibi akıtılacak kanıyla eteğine sürülen çamuru yıkamayı tasarlıyordu. Ancak kardeşine bu iç düşüncesini sezdirmedi, sadece emir verdi:

      “Bana bir keçe ser, uyuyacağım!..

      2

      BİR İPTE İKİ CAMBAZ!

      Yüksek kayalarla, karaçamlarla örtülü bir dağ… Bu, Yilon Buldok köyünü eteğinde saklayan ünlü ve uğurlu tepedir. Köyü baştan başa benekleyen kara çadırlar, bu tepenin dibinde dizüstü çökmüş kara külahlı birer köleye benzer. Hiçbir baş, gelişigüzel o tepeye gözünün nurunu uçuramaz, korkar. Çünkü orada Ulu Gökçe oturuyor. Moğolların, Terkinlerin bu genç ve yaman peygamberi korkunç değildir, çıplaklığından ve uzun saçlarından başka göze çarpan bir ayrılığı da yoktur. Yilon Buldokluların tepeye dönüp bakmamaları da onun şahsi heybetinden ileri gelmiyor. Gökçe’nin mağarasına gökten çeşit çeşit Tanrı misafiri geldiğine inanılmaktadır ki, köylülerin gözlerini böyle bir perhize mahkûm etmektedir.

      Fakat tepe, mucizeli tepe, güzelliği sevenler için, pek cazibeli bir şiir abidesidir. Eteğindeki kayalar, tabiatın elinden dökülme birer harfi andırır ve üst üste yığılan bu her biri ayrı ayrı biçimde harflerden sevimli bir ihtişam ifade eden berrak bir mısra doğar!.. Karaçamlar kayaların üstünde bir küme tuğ gibidir: Tabiat dediğimiz ulu hünkârı temsil ederler.

      Uğurlu ve mucizeli tepe, sessiz de değildir. Ta böğründen konuşur ve sesi gümüş bir akışla ovaya ve oradan uçsuz köşelere kadar gider. Bu ses onun ırmağıdır ve o diyarın saygı ile dinlediği bir teranedir. Moğol ve Terkinlerin ağıl çocukları; o pek duygulu koyunlar, inekler, develer, keçiler bile mucizeli tepenin akıp giden sesini içerken apaçık bir saygı gösterirler ve onları sıvarmak için ırmağa götüren kadınlar, hayvancıkların su içerken dudaklarında bir buse şekli belirdiğini sezerler!

      Temuçin’in karısı hakkında uğursuz bir haber aldığı günün gecesinde bir adam bu tepeyi tırmanıyordu. O tepeyi Tanrı konuklarının uğrağı sayan hiçbir kimse, gecenin bu vaktinde böyle bir cesareti gösteremezdi, karanlığa bürünüp Ulu Gökçe’nin mağarasına doğru yükselmeye girişemezdi. Onun bu delice göz ve yürek pekliği göstermesine göre ya cinlerden, perilerden korkmaması, Ulu Gökçe’nin hışmından çekinmemesi lazımdı yahut tepenin esrarını bilmemesi icap ederdi.

      Hâlbuki gece yolcusu şaşırmaz adımlarla ilerliyordu, keklikleri topal yapacak kadar dar yerlerden pervasız geçiyordu, keçileri düşündürecek derecede ürkünç kayalıkları durmadan aşıyordu. Demek ki yolu iyi biliyordu ve tepenin girintisini, çıkıntısını tamamıyla tanıyordu.

      O, korkusuz yürüyüşüyle ilerledi, ilerledi, yamacın ortasına kadar geldi. Orada minimini bir düzlük vardı ve bu düzlüğün üst tarafında belirsiz ve bilinmez enginliklere bakar gibi görünen iri bir göz seziliyordu. Bu, Ulu Gökçe’nin içinde yaşadığı mağaranın kapısı idi.

      Moğollardan ve onların avullarından (küçük kabilelerinden) biri olan Terkinlerden bir şeyler dilemek için mucizeli tepeye çıkanlar ancak bu noktaya kadar gelebilirler, orada dokuz kere yere kapandıktan sonra diz çöküp Ulu Gökçe’nin mağaradan çıkmasını ve kendilerini lütfen dinlemesini beklerlerdi.

      Gece yolcusu, bu sayılı yerde de durmadı, mağaraya doğru yürüdü. Fakat kapımsı delikten içeri gireceği sırada durdu. Çünkü kulağına iki at kişnemesi birden çarpmıştı. Bunlardan, bu seslerden biri, yabancı gölgeleri haber veren bir nöbetçi haykırışına benziyordu. Öbüründe dost selamlayan sevinçli bir ahenk vardı.

      Yolcu, delikten çekildi ve biraz yanda duran atların yanına gitti. Şimdi kişnemeler bir kat daha hararetlenmişti. Nöbetçi haykırışı perde perde yükseliyordu, hırçınlaşıyordu. Dost sesi, âdeta kelimeleşiyor ve sevinç döküyordu.

      Yolcu, ilkin sert sert haykıran ata yaklaştı:

      “Sus sayın!” dedi. “Ben yabancı değilim!”

      Sonra öbür atın yelesini okşadı, alnını öptü:

      “İşte geldim Akkaş, seni de buldum. Artık ayrılmayız.”

      Ve gene mağaraya dönmek için adımını çevirirken Ulu Gökçe ile burun buruna geldi. Yarı çıplak aziz, at kişnemeleri üzerine dışarı çıkmıştı. Gece yolcusunun yanı başına kadar gelmişti.

      Biri tam giyimli, silahlı, öbürü apaçık olan iki adam selamlaştılar.

      “Tünaydın Gökçe!”

      “Tünaydın Temuçin!”

      “Seni Akkaş’ın üstünde hâlâ uçuyor sanıyordum. Meğer yuvana gelmişsin, tünemişsin.”

      “Ben de seni atalarına kavuşmuş sanıyordum, meğer diri kalmışsın!”

      Karanlığı yırtan keskin bakışlarla birbirlerini bir lahza süzdüler. İkisi de gözlerinin ışığını birbirinin ta yüreğine akıtmak, orada saklanan duyguları, dilekleri görmek istiyordu. Artık susan atlar gibi yukarıdaki karaçamlar da aşağıdan sivri kulaklarını diken kayalar da iki genci seyrediyorlardı. Biri, Tanrı’nın dostu olarak birkaç Türk ulusu üzerinde manevi bir hükûmet kurmuş, öbürü asil bir kan ve büyük bir zekâ ile silahlanarak aynı uluslara kendini bey tanıtmış olan bu iki gencin orada, o karanlık içinde karşılıklı yürek okumaya girişmeleri heyecanlı bir sahne idi.

      Soğukkanlılığını ilkin Ulu Gökçe topladı:

      “Tanrı…” dedi. “seni kayırıyor. Bunu çoktan biliyordum, şimdi büsbütün inandım. Buraya gelişin de Tanrı’nın işidir. Çünkü seni yürüten, yanıma ileten odur. Sen bu iyiliğin yüceliğini bil, bundan sonra ona ve bana bel bağla!..”

      Temuçin’in yüzü gene sertti. Gökçe’yi dinlerken gözünün önünde birkaç levha dolaşıyordu: Çıplak azizin savaş yerinden kaçışı, onun babasının çadırdaki laubali uyuma vaziyeti ve mucizeli tepede beliren hayaletler!.. İlk iki levha, genç Moğol beyinin sinirlerini kamçılıyor, ona şu çıplak adamı hırpalamak arzuları aşılıyordu. Son levha ise bu sinirlenmeyi yatıştırıyordu, kafasına birtakım fikirler getiriyordu.

      Fakat Ulu Gökçe’ye cevap vermiyordu, düşünüyordu. Çıplak aziz, iki üç saniye durduktan sonra elini onun omzuna koydu.

      “Konuşulacak…”

Скачать книгу