Külah. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Külah - Омер Сейфеддин страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Külah - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

daha yüzünü gören yoktu. Orta yaşlılara gelince; yirmi sene evvel hac dönüşünde yeşile boyanmış kapısından girerken bir defacık onu görebilmişlerdi. Geveze ihtiyarlar kahvede, sokakta, mescitte, gece toplanmalarında hayal meyal tanıdıkları çocukluk arkadaşlarının faziletlerini, sofuluğunu anlata anlata bitiremezlerdi. Namı civarda “Radiyallahu anh” diye anılan bu zat hakikaten canlı bir evliya gibiydi. Geçmiş takva asırlarından ahir zamanın bu günlerine nasılsa kalmış bir zahit sanılırdı. Bu fâni dünyadan elini ayağını tamamıyla çekmişti. Yıllar vardı ki dışarı çıkmak değil hatta evinin ikinci katına bile inmiyordu… En yukarıda, sokak üstündeki küçük bir odanın içinde gece gündüz, sabah akşam ibadetten başını kaldırmazdı. Yatağı, yerdeki kuru seccadesi; yorganı, sırtındaki eski abasıydı. Pencerelerinin kafesleriyle perdeleri daima inikti. Bu sakin, bu karanlık odanın dışında, dar sofadaki perdesiz pencerecikten akan loş aydınlık altında abdesthane, gusülhane, abdestlik kapları duvarlara dayanmış boş tabutlara benzer, abdest musluğunun hizasındaki alçak musandıra minimini bir çocuk teneşirini andırırdı.

      Hacı İmadeddin Efendi “dünya kelamı” da etmezdi. Yirmi senedir işaretle konuştuğu sadık karısı Naciye Hanım her akşam iftarlığını, her gece sahurluğunu değirmi bir bakır sininin içine kor, ayaklarının ucuna basarak musluğun yanına bırakırdı. Akil bâliğ olduğu sabahtan beri öldürmeye çalıştığı “nefs-i emmare”sini canlandırmamak için et, yumurta, yoğurt yemez, süt filan içmezdi. Yediği yalnız zeytin tanesi (ama kalamata değil, siyah zeytin), kuru incir, hurma ve bayat ekmekti. İçtiği suydu. Bütün dünya işlerine karısı Naciye Hanım bakar; vakıflarından, iratlarından paraları toplar; evi idare eder; mahallenin fakir kızlarını, kimsesiz dulları, muhtaçları vakit vakit sevindirirdi. Mahallede değil; hatta civar semtlerde oturanlar bile Zümrüdüanka Kuşu gibi adını duyup kendini görmedikleri Hacı İmadeddin Efendi hakkında gayet derin bir hürmet beslerlerdi. Derlerdi ki: “Dünya, bu gibilerin yüzü hürmetine duruyor. Yoksa şimdiye kadar çoktan batardık!”

      Lakin bu kadar mukaddes, bu kadar sofu, bu kadar mübarek bir adamın bir de oğlu vardı ki… Neuzübillah! “Eşi düşman başına!” demeye kalbinde bir parça merhameti olan insanın ağzı varmaz. Gece gündüz içen rezil bir sarhoş! Namussuz bir kumarbaz! Çapkın, mütecaviz, cesur, edepsiz bir tulumbacı! Yalnız mahallenin değil, bütün semtin ahalisi onun şerrinden yaka silkerdi. Şehrin dört tarafında ayrı ayrı lakapları, isimleri vardı. Bunların içinde en çok kullanılan, İstanbul zabıtasının resmen kabul ettiği isimdi: “Kötü Tahsin”. Kapalı kadınlara laf atar, açık kızların olmayacak yerlerine dokunur, tenhada rastladığı çocukların ayaklarından zorla potinlerini çıkarıp alır, en yüksek duvarlardan atlar, dükkân peykelerini kırar, hasılı akla gelmez hıyanetler yapardı. Kötü Tahsin’i babası daha sekiz yaşında iken, bir kız çocuğunun yanağını ısırdığını duyunca reddetmiş, teyzesinin yanına vermişti. O vakitten beri Yedikule bedenlerinde kuş tutmaya, dalavere çevirmeye, Samatya izbelerinde yatmaya alışan Kötü Tahsin büyüyünce en meşhur serserilerin serdarı olmuştu. Kırk yılda bir mahalleye de uğrardı. Kahveye sendeleyerek girerken “Hoş bulduk imanım!” diye bir nara atar, akabinde bu suali sorardı:

      “Bizim ölüsü kınalı moruk daha caddeyi tutmadı mı?”

      …

      “Ulan, bir hayırlı haber versenize bana…”

      Kimse sesini çıkarmaz, herkes “Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar.” hikmetini hatırlayarak önüne bakar, tavlayı, iskambili, nargileyi bırakanlar yavaş yavaş sıvışıp giderlerdi. Kötü Tahsin, ömründe iki defa yüzünü gördüğü mukaddes babasının sabırsızlıkla ölümünü beklerdi. Bu, onun en kuvvetli mefkûresiydi. Kendisine epeyce bir şey kalacaktı. Tabii bunların hepsini satacak, vur patlasın, çal oynasın, Beyoğlu’nda yiyecekti. Bazen kafayı iyice çekerek eve de uğrar, oğluna görünmeyi en büyük günah sanan annesinden “fidye-i necat” gibi birkaç lira koparırdı. Hacı İmadeddin Efendi kıratında bir zatın sulbünden böyle bir evlat gelmesi sırf rabbani bir cilve eseriydi. Yoksa herkes hatta zabıta bile biliyordu ki Kötü Tahsin besmelesiz, şartsız şurtsuz bir piç değildir. İhtimal, bu derece mülevves evlat ihsan buyurmakla, Allahutaala, Hacı İmadeddin Efendi’yi bu fâni dünyada ağır bir imtihana çekiyordu.

***

      Naciye Hanım, bir elinde şamdan, her geceki gibi kocasının sahurluğunu yukarı götürdü. Yavaşçacık musluğun yanındaki musandıraya koydu. Kalın, yeşil bir başörtüsü yüzüyle beraber hemen hemen vücudunun yarısını kaplamıştı. Uzun kıvırcık kirpikli gözleri yarı kapalı gibi yere bakıyor, soluk dudaklarında sessiz bir duanın izleri kımıldıyordu. Aşağı dönerken yüreği hop etti. Acaba aldanıyor muydu? Durdu. Dinledi. Odadan mübarek kocasının sesini tekrar işitti:

      “Yahu…”

      “Efendim?”

      “Biraz içeri gel.”

      Abdestini yeni tazelemişti. Titreyerek kapının önüne gitti. İtikâftan hiç çıkmayan kocasını ne vakitten beri görmemişti. Mandala bastı. İçeri girdi. İmadeddin Efendi kıblenin karşısında, seccadesine diz çökmüş, sarı iskelet elleriyle, önüne çöreklenmiş bin birlik bir tespihi çekiyordu. Köşede küçük bir iskemle üstündeki sönük kandilin titrek ziyası beyaz sakalını, renksiz yüzünü, madenî bir küsuf nuruyla yaldızlıyor, odadaki kabir sükûnunu sanki daha ziyade ağırlaştırıyordu.

      “Burada mısın?”

      “Evet, efendim…”

      Yine karısının yüzüne bakmıyordu. Naciye Hanım yıllardan beri işitmeye işitmeye artık tamamıyla unuttuğu kocasının “dünya kelamını” ruhunun bütün iştiyakıyla dinledi:

      “Bahçenin köşesine üç arşın derinliğinde bir mezar kazdır. Ben altmış üç yaşını bitirdim. Artık yere gireceğim. Ölünceye kadar orada ibadet edeceğim.”

      !..

      “Allah senden razı olsun. Şimdiye kadar benim itikâfımı bozmadın. Artık oraya da eskisi gibi nafakamı bırakırsın.”

      “Başüstüne efendim!”

      …

      İmadeddin Efendi yine ezelî zikirlerine başladı. Naciye Hanım diri diri yere girecek olan kocasının dehşetli ulviyetinden şaşalayarak kapıdan çıktı. “Çile”nin bundan korkuncu olabilir miydi? Hıçkırarak ağlıyordu. Tombul elleriyle trabzanları tutuyor, gözyaşlarıyla bozulan abdestini çabucak tazelemek için yuvarlana yuvarlana merdivenleri iniyordu. Yarın erkenden bekçiye kazıcıları bulduracaktı.

***

      Fakat bu gece Kötü Tahsin pusulayı şaşırarak kendini ayaklarının himmetine bırakmıştı. Bu yumurta ökçeli, bol paçalı ayaklar onu mahallesine getirdi. Öğleye kadar Gümüşhalkalı’da, öğleden sonra Sandıkburnu’nda kafayı çekmişti. Bastığı yeri görmüyordu. Tersi dönmüştü. “Aksaray’a teyzeme gidiyorum.” diye farkında olmayarak Fatih’e doğru yürümüş, o duvar senin, bu duvar benim, kendini ta evinin önünde bulmuştu. Tokmağı eline geçiremedi. Bir kibrit çaktı. Yeşil kapıyla tek mermer basamağı görünce güldü, “Vay ölüsü kandilli moruğun evine gelmişim be…” dedi. Gece yarısı çoktan geçmişti. Gök simsiyahtı. Sokağın içindeki evlerin hiçbirinde aydınlık yoktu. Yalnız uzaktan, köşe-başındaki tozlu bir

Скачать книгу