Külah. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Külah - Омер Сейфеддин страница 7

Жанр:
Серия:
Издательство:
Külah - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

gelen ses:

      “(…) Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm. Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak; demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır. Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?”

      Neşet ayağa kalkar. Der ki:

      “Bu bir feylesof!”

      “Hem derin…”

      “Hem pek derin feylesof!”

      “Bak, bak, bak, ne diyor…”

      Sokaktan gelen ses daha yanık bir hararet, daha azametli bir şiddetle:

      “(…) Merhamet, şefkat, elalem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz. İçiniz. Keyif ediniz. Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda rahat rahat gündüz uykularına yatınız. Ah nerede fazilet?” Niyazi oturduğu yerden, “Hem sosyalist be!” der.

      “Ne demek?”

      “Güpegündüz, bir başına, sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek…”

      “Bakalım bir başına mı?”

      Niyazi kalkar, pencerenin yanına gider, kapalı perdeyi aralık eder. Bakar. Bir kahkaha atar.

      “Olur iş değil be!”

      “Ne?”

      “Gel de bak!”

      Neşet merakla pencereye koşar. Perdenin arkasından dışarıya bakar. Sokakta, tek başına, yavaş yavaş yürüyen, üstü başı perişan, omzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek, “Allah rızası için bir dilim ekmek!” der.

      Niyazi ile Neşet, bir an öyle kalırlar. Sonra hayretle birbirlerine bakışırlar:

      “Ne dersin?”

      “Olur iş değil…”

      “Dilenci be!”

      “Feylesoftan dilenci!”

      “Yok, dilenciden feylesof!”

      “Hem hatip.”

      “Yalnız hatip mi?”

      Niyazi kaldırdığı perdeyi tekrar kapatır.

      “Bizim Darülbedayi’de böyle gür sesli bir hatip yok…”

      “Yok vallahi…”

      Gülüşürler:

      “Hem ne şiddet!”

      “Evet, öyle…”

      Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın şimdiye kadar görülenlerini hiç andırmayan yeni dilencisi susmaz:

      “Gülün, gülün… Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran… Yazın sonu hazan… İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm! Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız… İlh, ilh…”

      Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet’le Niyazi, yine sigaralarını tellendirirler:

      “Sekiz on sene evvel İstanbul’da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?”

      “Hâlbuki şimdi…”

      “Bir dilencideki bu belagat!”

      …

      “Daha doğrusu bu küstahlık!”

      “Olur iş değil!”

      “Olur iş değil vallahi!..”

      VELİNİMET

      “Akıl, insa nın külahında bir çividir.

      Yumruk yemeden kafasının içine girmez…”

Arnavut meseli

      Geçen gün hava ne güzeldi! Logaritmacı Hasan’la Hürriyet Tepesi’ne gittik. Bomonti’ye kadar uzandık. Daha kış uykusundan uyanmamış sisli Kâğıthane’ye, mavi mahmur Haliç’e yükseklerden baktık. Hasan hemen Lale Devri’ne dair hikmetler yumurtlamaya başladı. Damat İbrahim Paşa’nın rakam bilmediğini, hesap hassasından mahrumluğunu, Kırk İki İsyanı’nı evvelden tahmin etmek şöyle dursun hatta kuşbaşı parçalandığı ana kadar anlayamadığını söylüyordu.

      “Hocam, bırak şu geçmişi!” dedim, “Hâle bakalım. Bu yaz acaba buralarda eğlenebilecek miyiz?”

      “Kâğıthane’de mi?”

      “Evet.”

      Kır düşmüş kalın kaşlarını kaldırdı. Parlak siyah gözleri sanki derinlerden dışarı çıktı. Küçük, kalıpsız fesinin altında daha büyük görünen ağır kafasını salladı:

      “Sen deli olmuşsun!” dedi.

      “Niçin?”

      “Ayol, bir kuzu, o eski devrin on lale soğanından daha pahalı.”

      ….

      Hasan on beş sene evvel benim riyaziye hocamdı. Mektepten çıktıktan sonra arkadaşım oldu. Şimdi onunla konuşurken kübistlerin yaptığı tuhaf levhalar karşısında hissettiğimiz o “yarı bedii, yarı hendesi” zevke benzer bir tat duyarım. Onun nazarında her şey vazıhtır. Mazi, hâl, istikbal… Dimağının meçhule tahammülü yoktur. Riyazi mantığıyla en karışık, en mudil şeyleri hemen hallediverir. “İki kere iki dört” kadar kati hükümler verir. Sonra, aynı zamanda çekilmez bir nasihatçidir de… Neden bahsetseniz, sizin yahut bahse kahraman olanın hayatına ait makul bir tarz bulur. Nasihat şeklinde bir prensip ortaya çıkarır. Yanlışa kızar. Hâlbuki ona göre bütün hayat yanlıştır! Zira düşünüşünün sistemi tabiatta yoktur. Tabiatta onun kafasındaki mantık yoktur, hesap yoktur, rakam yoktur!

      Bununla beraber ben onun çok tuhaf görünen fikirlerini severim. Mücerret mefhumların haricî hakikat karşısında nasıl “hacer-i muallak” gibi sallandıklarını seyretmek pek hoşuma gider. Bugün de İngilizlerin “amal-i erbaa” bilmediklerini söylüyordu. Muharebeyi uzatan sebep hep yanlış bir hesaptı! Ara sıra itiraz eder gibi görünüyor, tenha yolun esmeyen bir rüzgâr gibi serin serin duyulan temiz havasını kokluyordu. Karşımızdan bir otomobil geldiğini gördük. Şosenin kenarına çekildik. Bu, canlanmış büyük bir piyano kadar parlak, siyah, ihtişamlı bir arabaydı. Yanımızdan hızla geçti. Billur camlarının arkasındaki güzel kadınla genç erkeğin çehreleri tıpkı bir hayal gibi sakin duruyordu. Sonra

Скачать книгу