Hâristan. Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hâristan - Ahmet Hikmet Müftüoğlu страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hâristan - Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Скачать книгу

çırpınarak bu vahşi sevdanın füsunkâr ağuşundan kurtulmak isterken, uzaktan validesinin -o kızına bir erkek eli değmesini men eden validesinin- ayak seslerini duydu; bu tesadüfün şeametini anlayıp, eliyle Hârâ’ya sandalını göstererek çekilmesini ihtar etmek üzere gencin kolları arasında bayılıverdi… Bayılmak nedir, onu da henüz öğrenememiş olan Hârâ bu gayr-ı memul sükûnu bir nevi teslimiyet ve muvaffakiyete atf ile artık bilâ-intizam ve bilâ-insicâm saçlarının arasından ayaklarına kadar muttasıl öpüyor, öpüyor, öpüyordu…

      Ve Hârâ’nın öptüğü yerde aynı süratle bir gül açılıyordu… Bir hâlde ki Hârâ’nın dudaklarının arasından boşanan şelâle-i buse ile açılan güllerden Nesrinnuş’un vücudunda açık ve çıplak bir nokta kalmamış, bir şeyden haberdâr olmayan validesi Hârâ’nın yanına geldiği zaman Nesrinnuş bir güldeste-i latif hâline gelmişti. O hâlde ki, Hârâ’nın kucağındaki demetin Nesrinnuş’un kendisi olduğunu validesi tanıyamadı.

      İhtiyar kadın kaşlarını çatarak gence vürûdunun sebebini soruyordu. Hârâ anlamıyordu. Elindeki gül demetini gösteriyor, bütün kuvvetiyle demeti kavrıyordu. Acuze bu erkeği bir an evvel adadan tard etmeyi evlâ ve ehven buldu. Asasını uzatarak çekilmesini emretti.

      Hârâ derhâl bu güldeste-i ruhu derağuş ederek sandalına atladı. Nesrinnuş hâlâ bihûş idi. Cereyanın yardımıyla cezire-i hâristana yaklaştıkları zaman, genç bütün refiklerini sahilde kendisine muntazır buldu. Bunlar, arkadaşlarının gaybubetinden mütevellid ciddi endişelerle, cezirenin sahiline üşüşmüşlerdi. Hârâ bu deste-i ganimete sarılıp onu karaya çıkardığı zaman; arkadaşları, bunca seneden beri mütehassir oldukları bu gülleri koklamaya başladılar. Hârâ sergüzeştini onlara nakledince bütün rüfeka tahsinler, hayretlerle memzûc bir teessürle hikâyeyi dinleyerek hayatlarındaki bu büyük noksanın, bu lazime-i ömrün, bu kadının iade-i hayatı için çareler düşündüler. Nihayet o gün mağarada kalan mahûd ihtiyarın tedabir ve tecaribine müracaata karar verdiler.

      İhtiyar sergüzeşti en küçük tafsilatıyla istima ettikten sonra bütün kahanet-i hindiyesini tecrübe ederek sabaha kadar çalıştı. Sabahleyin güneşle beraber, Nesrinnuş’un vücudundaki güller de etrafa serpildi. Ve kadın; bütün kadınlığıyla, bütün şefkat-i şi’riyetiyle doğuverdi.

      Şimdi, Nesrinnuş, böyle kavi pazılar, ateşli sineler arasında bulunmaktan mütevellid bir şevk-i mağrur-ı neseviyyetle etrafına gülhande-i hüsnünü serperken, bütün şu çorak cibal ve hâmûndaki siyah ve gamnâk dikenler; al güllere, mor sümbüllere tebeddül etmiş ve kadınlığın bu nim hande-i sehharı, yübuset-i hicran içinde kavrulan ruhlara bunca senedir çekilen azapları bir anda unutturmuştu.

      Yine bu dakika-i meserret içinde, adalarda, hâiz oldukları kıymetin takdir olunmamasından, sürünen elmaslar, inciler, zümrütler, la’ller, yakutlar, firuzeler, safirler bütün Nesrinnuş’un ayağının altına döküldüler. Ve ona muşaşa ve mübeccel bir sedir-i ibtihâc teşkil eylediler. Bu cazibe-i ân ü hüsnü temaşa eden ihtiyar, başını sallayarak diyordu:

      “Evet, sevda-rîz saçlar olmayınca elmasların, gülbîz parmaklar bulunmayınca yakutların ve zümrütlerin, beyaz gerdanlar görülmeyince incilerin ne hükmü, ne lutfu olabilir?”

      Şimdi Nesrinnuş kendisini deragûş edecek, bir yed-i kuvvet ve Hârâ mübareze-i hayatın eziyetlerini unutturacak bir dest-i şefkat bulmuştu.

      Bu neşeden teskin-i şetaret edemeyen ihtiyar yine söylüyor:

      “Kadınlar, vahşi ağaçlara sarılıp rayihalı dallarıyla onları tezyin eden sarmaşıklara benzerler ki, erkekleri ezhar-ı aşk ile deraguş ve ihata ederler. Kadınsız erkek dürüşt olur. Münzevi olur. Mürebbi-i manevî olan şefkat ve nevâzişin nerm-hande-i müessiriyledir ki erkeklerde hissiyat-ı rakika-i ulviyye münceli olur. Ve ilave ediyordu:

      “Kadınlarda güzellik olmasaydı, erkeklerde büyüklük olmazdı… Erkeklerde büyüklük bulunmasaydı, kadınlardaki güzellik görünmezdi.”

20 Teşrin-i Sâni 1316

      Lâne-i Münkesir

      “Saçlarını öyle kıvırmalıydın ki initaf edecek nazarlar onlar arasında takılıp kalmalıydı.”

      “Böyle çirkin miyim?”

      “Siyah peçenin meyus rengi altında sarı saçlar âdeta ağlar… Daha ince peçen yok mu?”

      “Gül rengi carımla peçemi giyeyim mi?”

      “Çehrenin bu al rengini örtecek. Yazık değil mi?”

      “Bugün sen beni giydir.”

      “Gözlerinin etrafındaki sürme az; kirpiklerin o kadar siyah, o kadar siyah olmalı ki arasından uçan nazarların seyyarelerin nur-ı mahmuriyete benzesin… Bakışlarındaki ruhâniliğin süzgünlükleri huzurunda gönüllerde perestiş çılgınlıkları uyandırsın.”

      “Peki! Gel, yaklaş, daha gel. Gözlerime sürmeyi de sen sür… Bugün sen beni süsle… Ben gözlerimi kapayayım… Sen istediğin gibi süsle, giydir. Beni bir levha gibi tersim et. Zevk-i selimini göster.”

      Mihriban gözlerini kapamış, kocasına gülerek teslim-i vücud etmişti. Neriman sürmedânı eline aldı. Titreyen elleriyle kirpiklerini açtırarak yeşile bakan o maî gözlerin etrafına bir hale-i siyah çekti.

      “Bu gözler istediğim gibi bakmasını biliyorlar mı?”

      “Öyle ise dur! Gözlerinin içine bakayım, ellerini avuçlarımın içine koy!.. Böyle. Oh! İşte böyle… Gözlerini gözlerimle öpeyim… Bakmasını biliyorlar mı?”

      Neriman’ın har ü mugaşşi bir galeyan-ı demin tekmil vücudunda feveranı başını ateşler içinde bıraktı. Dizleri titriyor, elleri titriyor, dudakları titriyordu ve ekseriya irad ettiği; “Erkeklerin kadınlar huzurunda âguşları açılır. Çiçeklerin güneşe karşı yaprakları açıldığı gibi…” sözleriyle karısını derağuş etti. Ve Mihriban’ın kıvrık saçlarının zalâm-ı zerrîni içinde Neriman’ın gözlerinden çakan titrek şimşekler, hararetli izler bıraka bıraka, karısının sadefgûn ensesinde dağılarak, dudakları bir tatlı meyva yer gibi mahmur-ı iltizaz şapırtılarla ten-i şirin ü münevverden gıcıklayıcı, o insanı, bir dakika için acı acı yakıp, sonra tatlı ateşi, sertâbepâ vücuda yayıla yayıla bütün sinirleri kıran, kıvıran, bayıltan, medîd öpücükler toplamaya başladı.

      Bu dakika-i sekerân içinde Mihriban; “Saçlarımı bütün dağıttın, pudralarımı uçurttun.” âvâzesiyle sıyrıldı, çıktı.

      “Oh! Bu dakika ne güzelsin!”

      “Her zaman değil miyim?”

      “İsterim ki evdeki güzelliğini, şiiriyetini sokakta da muhafaza edesin. Dil-nevaz ve zeki ayaklarınla kaldırımları okşadığın vakit…”

      “Ben yalnız senin güzelin, senin şi’rin olmak istiyorum.”

      “Yok. O kadar hôdgâmım ki seni sokakta görenler; ‘Bu pek güzel mahlûk, Neriman’ın karısıdır; bahtiyar adam, mesud fâni.’ desinler.

Скачать книгу