Hâristan. Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hâristan - Ahmet Hikmet Müftüoğlu страница 7

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hâristan - Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Скачать книгу

azaplar çekerek, mahrum-ı emel bir şûrîde-i sevda tehâlüküyle peşinden ayrılmayayım. Sonra sen benim ol. Meraret-i tahassürün halavet-i visâlini böyle tatmış bulunayım. Ve yaşadığımı anlayım.”

      “Evet, biliyorum. Sus, biliyorum!”

      Bu “Sus”; Mihriban’ın bu danteller, bu süsler altında gizlediği bütün bir felaketi, kocası Neriman’a anlatmak isterken döktüğü bir damla yaştı. O böyle öpüle öpüle pembeleşen yanaklarla, okşana okşana dürtülerek, itilerek seyre gitmenin ne demek olacağını keşfediyordu… Kocasının gözleri şimdi bir sâika şua’ıyla parlayarak ona diyordu ki: “Hayır, yürürken sinen vücudundan ileri gitmeli. Ruhun sinenin üstünde çırpınır gibi, uçmak ister gibi yürümeli. Hamra Hanım’ın yürüyüşü bütün işve. Dikkat etmiyor musun?”

      Evet yine Hamra, yine o kız. Kocasının lisanından her gün, her gece bir suretle fırlayan bu kıvılcım, her defa başka işkencelerle kıvrılarak Mihriban’ın kalbgâhına sarılıyor.

      “Araba hazır. Belki yolda birbirimize tesadüf ederiz. Diyasgelos bu akşam kalabalıktır.”

      Mihriban Hanım, vilayâttan birine mensup, on seneden beri İstanbul’a nakl-i mekan eden, gayet zengin bir ailenin yegâne kızıydı. Pederinin serveti pek az zaman içinde, İstanbul’un kibar âlemi arasında, kendisinden gıpta ve serzenişlerle bahsettire ettire, tezvic için birçok namzetlere, engin hülyalar irâs eden Mihriban’ın; bir buçuk sene evvel ansızın Neriman Bey’le izdivacı, hayli kıl ü kâli mucib olmuştu. O gün şirketin Beylerbeyi’ne uğrayan vapurları, yekdiğerlerinden fazla malûmat almak isteyen, seyirci kadınlarla dolmuştu. O perşembe gününden bed ile iki ay bütün bu düğünün dârâtı, şaşaası İstanbul’un güzide haremleri arasında mübalağalarla, çalkana kabara, yayılarak yaşadı. Servet ve asaletin bu suretle imtizacı, en parlak bir izdivaç olarak kabul edilmişti. Bu günden bahsetmek için kendilerinde, usanmaz bıkmaz bir heves bulan mütecessis hanımların nagamatı şu nakaratta karar kılıyordu:

      “Fakat gelin daha bir bebek, güvey bir çocuk.”

      Mihriban’ın pederi İstanbul’a yerleşmeye karar verdikten sonra yalnız nümayişperest, bazı vilayet ahalisinde görülen tecrübesiz bir istical ile kızına mükemmel bir tahsil ve terbiye vermek telaşına düşerek konağına Alman mürebbiyeleri, İtalyan musiki üstatlarını, Fransız muallimelerini üşüştürdü. Mihriban bu hây hûy-ı telaş ve dağdağa arasında asabi bir zekâ ile on beş yaşına kadar üzerinden vilayetin bürka-ı kesîf ü münzeviyetini atarak, şûh-ı sâtır bir şehirli kız inceliğiyle, gördüğü, görüştüğü nev-nihalân-ı asalet refikalarının arasında bir mevki-i mümtaz işgal etmeye başladığı bir sırada, izdivacı vuku buldu.

      Mihriban bugün bu tenezzühün nümayişiyle setre çalıştığı, derin bir infiâl-i meyusun merâret-i nihânıyla, Büyükada’nın çamlar arasındaki yumuşak tozlu yolları arasında, arabanın önünde başlarını bir tavr-ı nahvetle sallayarak yürüyen bir çift iri Macar beygirinin reftâr-ı mevzunundan mütehassıl tantana-i muttaridini, dalgın dinlerken gözlerinin önünde bütün bu nevazişler, nimetler, kibarlıklarla açılan güllerin insafsız dikenleri, onun ruhunu incitiyordu. Diyasgelos yolunda araba, çamlıkların arasında, şale tarzında inşa olunmuş bir tirşe köşkün önünden geçerken, şimdiye kadar arabada kendisine tevcih-i hitâb etmeyen kayınvalidesi, siyah iri kaşlarını kaldırarak bir nazar-ı müstehzi ile Mihriban’a: “Bak.” dedi. “Kamra ve Hamra sana sesleniyorlar.” ve arabacıya durmasını işaret etti.

      Şimdi bu iki taze, ansızın kafeslerinin kapısı açılıveren bir çift kanarya şakraklığıyla çırpınarak, süzülerek, sekerek, koşarak köşkün demir parmaklı kapısından çıkıp arabanın yanına geldiler. Mihriban’ın kayınvalidesinden müsaade istihsal için latifeler icâd edip, Kamra güle güle: “Vallahi efendim, bu akşam kaynanayı gelinden kurtarmak istiyoruz.” feryadıyla Mihriban’ı hemen zorla, yarım saat kadar, şurada bahçede kanepelerin üstünde, geleni geçeni seyretmek bahanesiyle çektiler, aldılar. Kayınvalidesi nâçâr bir ibtisam-ı zarif-i nezaketle müsaade ederken, Hamra “Hem o kadar anlatalacak şeylerimiz var ki…” diyordu.

      Mihriban, Kamra ile Hamra’nın, bu iki hemşirenin arasında bulunmaktan bir azâb-ı müz’ic hissediyor ve usret-i teneffüse uğramış bir hasta eziyetiyle kendisinde lakırdı söylemek için iktidarın, yüreğinin çarpıntılarıyla azaldığını duyuyordu. Şimdi Hamra Mihriban’ın süsünü, bir nigâh-ı seri-i tenkit ile süzerek:

      “Kardeş bu yeni manton mu? Bilmem ki fes rengi manto yaptırmak nereden hatırına gelir.”

      “Bunu Bey istedi.”

      Artık ikisi de dayanamadılar. Kahkahalarla gülerken:

      “O! Bey’in hüsn-i tabiatına diyecek bulunmaz. Şimdi buradan geçti. Söyleseniz de fesini o kadar kaşlarının üstüne indirmese.”

      Bu sırada Neriman arabasıyla geçiyordu. Arabasını durdurmak istedi, cüret edemedi. Zevcesiyle Hamra ve hemşiresinin akrabalığından istifade ile yanlarına gitmek istemişti. Neriman’ın izhâr eylediği bu tereddüt ve telaşa karşı köşkün bahçesinden fırlayan kahkahalar, uzaklaşmakta olan Neriman’ın kulağına kadar geldi. Şimdi kırılışıyorlar ve ilave ediyorlardı:

      “Beceriksiz. Allah için beceriksiz. Yanımıza gelmek istedi baksana. İhtimali yok. Karar veremedi.”

      Hamra dedi ki:

      “Benim Neriman Bey’den kaçmak hatırıma bile gelmez. Enişteden firar manasız olmaz mı? Ne dersin Mihriban?”

      “Tabii!”

      Bazen dudakların bitiremediği cümleleri gözler ikmal ve kaşlar tefsir eder. Mihriban’ın bu nâtamam ve müphem cevabı da şimdi mantosunun katmerlerini elleriyle kıvırırken, onların üstüne düşen feryadkâr bir nazar-ı seri-i mühtezi itmama ve amcazadelerini tehdit ve ikaza kifayet etti. Demin mantosunun kıvrımları üstüne düşen o nazar, mebnâ-yı saadetini yıkmak için, sarsan darabat-ı nihaninin şiddetinden inşiâl ve feveran eden bir kıvılcım idi ki şimdi yanında, kendisinin safvet-i kalbinden istifade ile yalnız zevcinin aşkına bürünmüş gönlünü böyle muazzeb istihzalarla çimdikleyen amcazadeleri Hamra ile Kamra’nın, bu iki rakibe-i müstesnanın, cüretlerini tahribe kâfi gelecek zannetti. Hamra Mihriban’ın şetaretsizliğinden bu bahs devam edemeyeceğini anlamakla beraber yekten ayağa kalkarak:

      “Bu güzel havada kanepeye çivi gibi mıhlanmakta bir mana göremiyorum. Hiç olmazsa yolda gezinelim iştihâmız açılır.” dedi.

      Üçü de kalkmışlardı. Bu iki hemşirenin nefha-ı rüzgâr hafifliğiyle yürüyüşlerini görmek istemeyen Mihriban, yanında yürüyen bu iki güzel rakibenin süslerine ansızın baktı. Hamra’nın pembe bengalinden pelerinli bol mantosu, yukarıdan aşağı kat kat kıvrıklar içinde idi. Hamra ikisinin ortasına girmiş ve şimdi arkalarından Hıristos tepesinden kayarak ve çamlığın üstünden süzülerek üzerlerine gelen baygın, solgun güneşe ha’il olmak ümniyesiyle illüzyon dedikleri, ince ipek tül köpükleriyle kabaran şemsiyesini açmıştı. Başına örttüğü açık pembe ipek örtünün altından ve alnının üstünden fırlayan lüle lüle saçlar akşam rüzgârının küçük fiskeleriyle kıvrıla kıvrıla titriyorlardı. Hemşiresi Kamra’nın tuvaleti dahi Hamra’nın sarısı idi.

      Mihriban

Скачать книгу