Hatıralar. Ebubekir Hâzim Tepeyran

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran

Скачать книгу

efendim.’

      ‘Söyle.’

      ‘Efendim, bizim köyde bir fil var. Ahali kullarınız bu fil için…’ derken, arkasına bakıp da köylülerin birbirini korkutarak oraya gelinceye kadar birer ikişer sıvışmış olduklarını görünce beti benzi atmakla beraber:

      ‘Efendim!’ der. ‘Allah şevketli padişahımız efendimize bitmez tükenmez ömürler versin. Bizim köye iki sene evvel bir fil ihsan etti. Ne mübarek hayvanmış! O geldiği günden beri köyde bet bereket arttı; karılarımız, hayvanlarımız hep ikişer doğurmaya, mahsullerimiz kat kat çoğalmaya başladı ve hâlâ öyle gidiyor. Bu fil erkektir. Canlı hayvan, Allah esirgesin ölüverirse köyün hâli harap olacak. Bu kötü neticeyi düşünen köylüler öyle büyük bir musibete yer kalmadan köyde daimi bir fil damızlığı bulunması için bir de dişi fil ihsan buyurulması hususunda taraf-ı devletlerinden delalet ve inayet buyurulmasını niyaz etmek üzere geliyorduk. Köylü aklı bu ya! Efendimizin heybetinden korkarak arkadan kaybolmuşlar.’

      Hakikati keşfeden paşa imamın böyle bir an içinde maksadın aksini söyleyebilmek zekâsını takdir ederek, kendisine hilat giydirip bolca para da vererek:

      ‘Bütün köylülere benden selam söyle.’ der. ‘Padişahımızın fili hakkında gösterdikleri muhabbetten hoşnut oldum. Bundan, tabii, şevketli hünkâr daha ziyade memnun olur ve filin dişisini de bir an evvel buraya gönderir. Cümleniz bundan emin ve müsterih olunuz.’

      İmam, kırmızı kaftanıyla sapından kopup yel önüne düşmüş bir gelincik çiçeği gibi koşarak köye döner ve ilk sokakta kendisini bekleyenlerin yanına gelince:

      ‘Hoca Efendi, inşallah iyi haberle döndün?’ diyen köylülere:

      ‘Çok iyi. Yakında filin dişisi de gelecek…’ cevabını vermiş.”

      Oğlu Ahmet Rıza Bey gibi uzun boylu olan Ali Bey emsali az bulunur bir komik ve mukallit idi.

      Son senelerde “Aristocratie de l’Islam” = “İslam Aristokrasisi” adlı Fransızca bir kitapta, bu hikâyenin aynı denilecek derecede bir masal okudum. Padişah filinin rolü, Tunus sultanının katırına oynatılıyordu.

      Şiir yazmaya nasıl sevk edildim? Birkaç parça yazdıktan sonra niçin menedilerek kırk beş sene Türkçe şiir yazmadım?

      Niğde’den Konya’ya Maarif Meclisi kâtipliği ve vilayet gazetesi muharrirliği ile nasıl götürüldüğümü evvelce söylemiştim.

      Konya’ya gelir gelmez, mektupçu merhum Nâzım Bey şiir yazmak için beni ısrarla teşvike başladı.

      Günün birinde şiir yazacağım hiç hatırıma gelmemekle beraber okuyacağım şiirlerin vezinlerini anlamak için Niğde’de iken İstanbul’dan bir aruz kitabı da getirtmiş olduğum hâlde, okumaya vakit bulamamıştım. Nâzım Bey’e:

      “Şiir yazamam, hatta aruzu da hiç bilmem.” diyerek özür diledim. Nâzım Bey:

      “Aruzu hatta ben de layıkıyla bilmem. Fakat yazdıklarım ona uygundur. Bu bir dikkat ve alışma meselesidir. Bir müddet devamlıca şiir okursanız vezinli yazmak kabiliyeti sizin haberiniz olmaksızın hasıl olur.” dedikten sonra kendi gazellerinden birini bana okutturarak “Pekâlâ okuyorsunuz.” diyerek geceleri okumak üzere Ziya Paşa’nın “Harabat” isimli eserinin bir cildini bana verdi.

      Hâlbuki Ziya Paşa Adana’da vali iken bastırıp parasız dağıttığı şiir mecmuası o sıralarda Niğde’ye geldiğinden, onun muhteviyatını ve “t” kafiyesinin nihayetine kadar Hâfız Divanı’nı ezberlemiş olduğum hâlde, aruz vezinlerini anlayamamıştım. Nâzım Bey’in vilayet gazetesine konan şiirleri ve onun devamlı teşvikleri Konya’da ve vilayete bağlı yerlerde birçok şair meydana çıkarmış. Bunlar arasında, daha doğrusu başında:

      “Gel, ne korkarsın ecel, simâ-yı zerdimden benim,

      Kurtar Allah aşkına dünyayı, derdimden benim”

      matlalı gazeli gramofon disklerine alınan, istinaf müddeiumumisi (İkinci Meşrutiyet âyanından) merhum Mehmet Galip Bey bulunuyordu.3

      Nâzım Bey zorla beni bu şairler arasına soktuğundan hece sayarak gazel ve mesnevi tarzında manzume taslakları yazmaya ve vilayet gazetesinde bastırmaya başladım.

      Namık Kemal merhumun arkadaşlarından, Nafia muhasebecisi Mahir Bey sürgün olarak Konya’da bulunuyordu. Haftada bir kere şairler, edebiyat heveskârları Mahir Bey’in evinde toplanır, her biri bir yemek getirmek suretiyle orada yenir, içilir, gece yarılarına kadar eğlenilirdi. Bu ev, şiir ve edebiyat dergâhı ve Mahir Bey, Namık Kemal’in arkadaşı ve hatta hatırımda yanlış kalmamış ise onun bir eserinin “Mahir” imzasıyla neşredilmiş olması münasebetiyle dergâhın postnişini sayılarak kendisine:

      “Neşve-bahş-ı bezmi sahba

      El-Fakir Mahir baba”

      yazılı büyük bir mühür yaptırılmıştı. Fevkalade toplantılara bu mühür basılmış davetiyelerle çağırırdı. Bu toplantılardan birinde Acemlere yakışırcasına mübalağalı bir gazel müsabakası yaptılar. Ben de ister istemez iştirak ederek:

      “Ol kadar ettim teâlî lâmekân-ı aşka”

      Arş-ı âlâ en peşin bir âstânımdır benim

      diye garip bir beyti bulunan bir gazel yazdım. Mahir Bey’le eşraftan Tahir Paşa, Galip Bey hakem oldular. Bu beyitteki mübalağadan dolayı müsabakayı bana kazandırarak mükâfatı olan Murat Bey’in Umumi Tarih’ini verdiler.

      O senelerde Konya kadılığında İstanbul payelilerden Emin Efendi namında bir zat bulunuyordu. Maarif Meclisi azasından olduğu için haftada bir defa görürdüm. Derecesini takdire muktedir olmadığım ilminden ziyade yüzünün heybetli güzelliğinden, pek iyi ve temiz giyinmesinden dolayı kendisini çok sever ve hürmet ederdim. Bu gazel vilayet gazetesinde yayınlandığı gün Emin Efendi beni şeri mahkemeye davet ederek güzel yüzünde az çok kırgınlık eseri görüldüğü hâlde:

      “Oğlum!” dedi. “Eski kadılar olsa seni bu mahkemeye ‘şer-i had’ ile cezalandırmak üzere getirtirlerdi. Ben muhakeme ve ceza için değil, babaca nasihatle seni ikaz maksadıyla çağırdım. Gazetede bir gazelini gördüm. Çok teessüf ettim; hem arş-ı âlâya: ‘Benim en alçak bir eşiğimdir.’ denir mi? Hemen tövbe ve istiğfar et. Bundan sonra böyle şeyler yazma.”

      “Halisane ihtar buyurmanıza teşekkür ederim.” dedim. “Fakat bu arş-ı âlâ aşk lâmekânının arş-ı âlâsıdır; asıl arş-ı âlâ ile bir münasebeti yoktur.”

      Emin Efendi:

      “Ne olursa olsun!” dedi “Arş-ı âlâ, arş-ı âlâdır. Bunun hakikisi, mecazisi filanı olmaz…”

      Bir iki ay sonra, bir hadisenin ilhamıyla ve kadıya verdiğim söze rağmen Allah’a hitaben yazıp gazetede yayımlanan bir gazel, İkinci Abdülhamid devrinin matbuat sansürü veya jurnal edilmek korkusu henüz başlamamış veya taun mikrobu gibi vilayetlere yayılmamış bulunduğuna şahit olduğumdan hatırda kalan mısralarından yalnız matla beytini buraya nakledeceğim:

      “Zâlimleri

Скачать книгу


<p>3</p>

Bu tarihten 25 sene kadar bir müddet sonra Galip Bey, Taksim’deki Fransız Hastanesi’nde vefat etti. Ecelle boğuşması üç gün sürdü. Zavallı şair bir türlü ıstıraptan kurtulamadı. Ben her gün birkaç saat onun başı ucunda bulunarak Azrail’i çağıran bu iki mısrasını teessürle hatırladım, durdum.