Hatıralar. Ebubekir Hâzim Tepeyran

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 10

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran

Скачать книгу

derinleştirmiş oldukları iki paralel çukur yola girmişti. Bu, bütün parçaları kırık, dökük araba ile bu yoldan çıkmak için sağa sola sapmak imkânı yoktu.

      Kaderin çizdiği görünmez hayat yolu gibi nereye varacağını bilmeyerek bu çift ve derin yolu takibe mecburduk. Ettik. Temmuzda eşini görmediğim, şiddetli bir yağmur başladı. Doğu ve güney ufuklarının nihayetindeki birkaç mor, mavi dağ tepelerinden başka bir şey görünmeyen Konya çölü, yarım saat içinde bir deniz hâlini aldı. Çukur yollar doldu. Sular beygirlerin diz kapaklarına çıktı. Araba altı düz bir sandala yahut yandan çarklı bir vapur yavrusuna döndü. Nihayet zifiri bir karanlık ve hudutsuz bir su içinde kaldık. Bir tufan başlangıcında bulunuyoruz gibiydi. Bela bu kadarla kalmadı. Kulak zarını patlatacak derecede müthiş tarrakalarla şimşekler, yıldırımlar birbirini takip etti; ikisi pek yakın olmak üzere etrafımıza tam on dört yıldırım düştü.

      Kötü bir tesadüf olmak üzere, beş on gün evvel yağmurdan kaçarak bir ağaç altına sığınan dört köylüden üçünün yıldırımla ölmüş olmaları münasebetiyle, Vali Said Paşa, yıldırımlara, bunların acayipliklerine, korunmak için lazım gelen tedbirlere dair, o güne kadar bilmediğim şeyler söyleyerek, bu parlak belalar hakkında beni aydınlatmıştı. Keşke etmeseydi. Mademki korunmaya imkân yok, “Külli câhilun cesur.” dedikleri üzere, cehalet cesaretiyle daha az korkardım.

      Şimşeklerin, yıldırımların ani ışıkları ve yalnız iki beygirin sırtlarıyla kulaklarında, sayısız billurdan teller gibi ışıldıyan yağmurdan başka önümüzde hiçbir şey göremiyordum.

      Bir aralık bir köpek sesi işitir gibi oldum. Kurtuluş müjdesi gibi gelen bu sesi can kulağıyla, bir daha duymak için boşu boşuna bekledim. Biraz daha su içinde gittikten sonra beygirlerin susuz yere bastıklarını hissettim. Araba hafif meyilli bir bayırı çıkmaya başladı. Koyu karanlığı ani de olsa yırtan şimşekler, yıldırımlar durdu.

      Araba, meyli gittikçe ziyadeleşen bir yokuşu tırmanıyordu. Nihayet bir düzlüğe çıkar çıkmaz sola döner gibi oldu ve gıcırdadı. Bu anda beygirlerin bastıkları yerin altı boşmuş gibi derinden kaba sesler ve onların ardından da bir gürültü, anlaşılmaz bağrışmalar, çığlıklar duyulmakla beraber, tekerlekler taşa çarparak, araba irkildi ve yorgun hayvanlar durdular. Ben kâbusa tutulmuş gibi oldum. Meğer bu koyu karanlık içinde beygirler köy odasının damına çıkmışlar!

      Büyük bir tepenin yamacına kurulmuş olan bu köyü ufki olarak ikiye bölen bir yolun seviyesine kadar yükselen bu odanın damını, yalnız bir sıra taşla yoldan ayırmışlar. Köpek sesi gelen tarafa gitsek, gidebilsek köyün önüne gelirmişiz. Köy evlerinin damları seyrek seyrek hezen denilen cılız ağaç direkler uzatılıp üstlerine çalı, çırpı, buğday, arpa sapları gibi şeyler döşenerek toprakla örtüldüğü için, eğer bu bir sıra taş tekerlekleri durdurmasaymış araba dam üstüne çıkacak; bizim ne olacağımız belli değilse de, damı çökerterek teravih namazı kılan köylüleri ezeceğimiz veya damdan aşağı uçacağımız muhakkakmış!

      Köylü cemaat de biz de büyük ve müthiş bir tehlike geçirmiş olduk. Birbiri ardınca on dört yıldırımdan dehşete düşmüş olan köylüler, sükûn ve huzur ile kıldıkları namaz esnasında, damın üstünde atların tepindiğini ve araba gürültüsünü duyunca can korkusuyla birbirini çiğneyerek sokağa fırlamışlar. Bu korkunç ve feci tehlikeyi atlattığımız için onlar bizi, biz onları tebrik ettik. Köylüler, kurtulduklarına teşekkür için teravih namazını iki rekât fazla kılacakları yerde, şaşkınlıkla asıl namazı tamamlamayı unuttular.

      Abdurrahman Paşa’nın bir gün evvel Kastamonu’ya varmamız lüzumunu bildiren telgrafı üzerine, Niğde’de yalnız bir hafta kalarak, on dokuz gün sonra Kastamonu’ya vardık.

      Atla, araba ile gittiğim bu uzun yolda çektiğim zahmet ve güçlüğü yazmayarak; yalnız Nevşehir, Yozgat, Çorum, Osmancık, Hacıhamza ve Tosya kasabalarındaki eşraf ve memurlarımızdan gördüğüm misafirperverlik Türk geleneğine tamamıyla uygun olduğundan yarım asırdan ziyade bir müddet sonra olsa da, bundan iftiharla bahsetmek benim için pek lezzetli bir vazifedir.

      KASTAMONU

      Vali Abdurrahman Paşa

      1885 senesi Mart’ının başlangıcında Kastamonu’ya vardım. Kışın en şiddetli bir zamanında Konya’dan Niğde’ye kadar olan dört günle beraber on dokuz gün kadar süren bir yolculukta kardan, soğuktan ziyade muntazam yol olmayışından; nakil vasıtalarının ilkelliğinden; kasabalara tesadüf etmeyen konaklarda, köy odalarında yahut ahır kabilinden hanlarda gecelemek sefaletinden çok rahatsız olmuştum.

      Meşhur Germiyanoğlularından Vezir Hacı Ali Paşa’nın oğlu olan Abdurrahman Paşa beni umduğumdan ziyade kibarca iltifatlarla kabul etti ve aile getirmediğim için vali odasının yanında bana bir oda ayırttı. O zaman takriben kırk beş, kırk altı yaşlarında bulunan paşa, vücutça gürbüz ve siyah kaşlarıyla kirpiklerine rağmen saçı, sakalı, bıyığı tamamıyla ağarmış; pembe yanakları, etrafına kar yağmış kış elmasına dönmüş, yüzü vakur bir güzellik almıştı.

      Görenlere mutlaka hürmet hissi veren yüzünün mehabetini, eski başvekil (sadrazam) unvanı da arttırmaktan geri kalmıyordu sanırım. O zamanlardan beri düşlerimde en ziyade gördüğüm üç insandan biri Abdurrahman Paşa, biri babam ve biri Said Paşa’dır ve bunlar birbirine uyum sağlarlar.

      Konya’dan Kastamonu’ya kadar uğradığım nahiye, kaza ve liva merkezlerinde Abdurrahman Paşa’nın namusluluğu kadar azametinden de bahsedilerek: “Allah yardımcınız olsun.” diyenler eksik olmamıştı. Bu yüzden yalnız ilk gördüğüm günde değil tamamıyla alışıklık hâsıl oluncaya kadar kendisine yaklaştıkça yüreğimde bir çarpıntı peyda olurdu.

      Paşanın eski adamlarından olan, Defter-i Hakani Müdürü Reşit Bey’in ikide birde: “Allah selamet versin, paşamız demir leblebidir. Üç senede dört mühürdar kaçırdı.” demesi de beni dehşete düşürüyordu.

      Paşa yalnız uyumak veya abdest almak için harem dairesine gider, namazı ekseriyetle vilayet dairesindeki mescitte cemaatle kıldığı gibi sabah kahvaltısından başka yemekleri de cemaatle yerdi.

      Sofrada en az sekiz on kişi bulunurdu. “Vekilharç” demek olan daire müdürünü, daire imamını ve halayıklarından biriyle evlendirdiği uşağını da sofrada bulundurduğuna bakarak, ben onun meşhur kibir ve azametinden her gün bir miktar indiriyordum.

      Ben yalnız sofra cemaatine değil namazların bazılarına da iştirak ediyor, Konya’daki namaz borçlarımı bitmez tükenmez tespih namazlarıyla ödüyordum.

      Paşanın meşhur kibri, azameti bir vali, hatta bir insan için vazife esnasında gösterilmesi lazım olan ağırbaşlılığından ibaret gibidir. Mesela satranç oynadığımız, çeşit çeşit güldürücü fıkralar söylediğimiz bir gecenin sabahında, makamına siyah setre (ceket) ile girmek mecburi gibiydi.

      Abdurrahman Paşa yalnız gündüzleri değil, geceleri de ezani saat dörde, beşe kadar çalışırdı. Büyük devlet adamlarından tanıdıklarım arasında onun kadar bütün fikir ve zamanını vazifesine hasretmiş bir zata rast gelmedim.

      Başvekâlette bulunduktan sonra Kastamonu’ya gönderilen Abdurrahman Paşa’da

Скачать книгу