İnsanın Macerası. Piero Scanziani

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İnsanın Macerası - Piero Scanziani страница 11

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İnsanın Macerası - Piero Scanziani

Скачать книгу

oluşturan tüm hücrelerin baş döndürücü mutasyonuna rağmen ruh evrim geçirmez, bedenimizden kopmaz, herhangi bir deneye izin vermez ve dünyevi varoluştan bu yana bize temel, görünmez, ölçülemez, verimsiz bir çekirdek olarak yerleşir.

      Binet Hindistan’ı bulmadı, bulamazdı da, o çocuk kıtasını keşfetti.

      Amerikalı Arnold Gesell, Binet’ten çeyrek yüzyıl sonra doğdu. Bilim zehirlenmesinin artık dağıldığı 1900’lü yıllarda yirmi yaşındaydı. Âlimler belirsizliklerden arınarak daha ihtiyatlı ve mütevazı davranmaya başlamışlardı. Bu nedenle Gesell’in (doktor ve pediyatrist) hırsı doğumdan itibaren çocuk davranışlarının özenli incelenmesiyle baskılandı. Yarım asır boyunca çalıştı ve çalışmaları ile insanları hayrete düşürdü. Yale Üniversitesine misafir olarak çağırıldı. Yale Üniversitesini bazıları meşhur anahtarın keşfedildiği yer olarak bilir. Oysa John Yale, 1848’de yaşamış, kendi adını verdiği kilidi tasarlayan Stamfordlu fakir bir demirciydi. Yüz otuz yıl önce yaşayan varlıklı Tüccar Elihu Yale ise bizzat kendi parası ile New Haven’da önce Yale Okulu, sonra Yale Koleji, en sonunda Yale Üniversitesi olarak anılan okulu kuran kişidir.

      Gesell’in keşif gezileri rotasını Quinnipiac ve Mill nehirlerinin Atlantik’e aktığı New Haven’dan doğrudan Binet’in yer aldığı çocukluk kıtasına doğru çevirdi. Gesell ortakları ile birlikte oraya indi ve gezerken karşılaştığı şeyleri titizlikle tanımlayan coğrafyacıların yöntemsel merakıyla çalışmalar yaptı. Böylece insanlığa hiç beklenmeyen yönleri ile çocuğun evrenini açıkladı.

      İtalyan Maria Montessori, çocukların dünyasına ne Binet’in abartılı ruhu ne de Gesell’in tatsız tutsuz ruhu ile değil bambaşka bir ruhla giriş yaptı. Söz konusu bir İtalyan ruhuydu ve bu nedenle de mantık ön plana çıkıyordu. Ancak mantıksallığın yanına aynı zamanda feminen ve dolayısıyla da sezgisel bir ruh da katmıştı. Maria Montessori bizim topraklarımızın değil başka bir kıtanın ahalisi olan bebeği köleleştirdiğimizi anladı. Bu parlak fikirden tüm sonuçları çizdi.

      Bu fikir aslında yıllar evvel işitme ve zihinsel engelli çocuklara yardım edebilmek için zekice yöntemler geliştiren Séguin ve Itard’ın eski eserlerinin incelenmesinden doğmuştu. Ancak Maria Montessori anladı ki her bebek belli bir açıdan işitsel ve zihinsel engelliye benzer. Zaman geçtikçe konuşmayı ve anlamayı öğrenmesi yaşadığı çevre sayesinde olur. Dolayısıyla çevre çok önemlidir, dağılmış ya da baskılanmış olmamalıdır.

      Baskı yerine bizler çocuğun özgürlüğünü savunmalıyız, bizlerden bağımsız ancak yine de uyumlu yaşamın genişlemesine izin vermeliyiz.

      Böylece yirminci yüzyılın ilk yıllarında Binet, çocuk dünyasının varlığını duyururken, Gesell çoktan içine girmiş ve Maria Montessori ise oraya çoktan özgürlük bayrağını çekmişti. Bu üç insan birbirlerini hiç tanımadan ayrı ayrı benzer şekilde davranmışlardı. Keşifleriyle üçü de insanlardan dünyamızın dışındaki bu yaratığa saygı duymasını istediler, öyle ki bu varlık bin yıllık kölelikten sonra artık serbest bırakılmayı hak ediyordu.

      Bebeğin bağımsızlık savaşı 1907 yılının Ocak ayında Roma’da, Maria henüz otuz yedi yaşındayken, tıptan mezun olmasına rağmen meşhur San Lorenzo bölgesindeki bir anaokulunda görev almayı kabul ettiği zaman başladı. Ona zayıf, kirli ve birbirinden cesur yirmi velet verdiler. Çoğu daha üç yaşındaydı ve ruhları umutsuzca deforme olmuştu. Onlar için, Sigmund Freud’un o günlerde Viyana Üniversitesinde söylediği kelime doğru görünüyordu: “İnsan tüm yaşamı boyunca onu ilk üç yılında acıtana geri döner durur.”

      İnsanın en büyük deneyimi doğumla başlar ve dokuz yüz gün boyunca sürer. Her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş gibi gözükse de bu temel bir deneyimdir.

      Dokuz yüz günde bebek ruhu kararlı bir şekilde etrafını saran dünyayı keşfetmeye koyulur, bu dünya ister yüksek dağların ya da deniz kenarlarının dünyası, ister Beneras’in kutsal ya da New York’un mekanik dünyası, isterse orta Afrika’nın dans eden ve siyah dünyası isterse Uzak Doğu’nun sarı ve ölçülü dünyası olsun. Mekânlar, deyimler ve medeniyetlerdeki birçok farklılığa rağmen, çocukların hepsi aynı ruhla doğar.

      Şaşırmaların ve parıltıların yaşandığı erken dönemden sonra, bebek (beyaz, sarı, siyah, kırmızı) beş yüz gün boyunca vücudunun birçok bölümüne karşılık gelen önemli ve büyük dönemlerden geçerler: ağız dönemi, el dönemi, ayak dönemi, beyin dönemi, kalça dönemi.

      Ağız dönemi, bebeğin ruhu bağlı olduğu bedene ait hiçbir fikre sahip değildir. Yenidoğan bir kafası, parmakları, baldırları, omuzları ya da göğsü olduğunu tamamen göz ardı eder. Ancak bir ağzı olduğunu hemen bilir. Devamlı beslenme ile haşır neşir olduğundan dudaklar, dil, diş etleri ve damak zengin bir hassasiyete sahiptir. Bu hassasiyet çocuğun ilk biçim, hacim ve tutarlılık kavramlarını oluşturmasına izin verir. Bebek yalnızca ağız ile gerçeği, yuvarlağı, ılık, sağlam ve lezzetli olanı ayırabilir.

      Ağız bebek için beslenmek, açlık ve susuzluk uyaranlarını susturmak için bir yol göstericidir, sonra yavaş yavaş ona başka hazlar da sunmaya başlar. Bebek süte doymak için meme ucundan beslenir ve bu hazzı ağzı ile algılar. Karanlık bir rahatsızlık onu tedirgin ettiğinde anne sütündeki şeker onu sakinleştirir ve uykuya teşvik eder. Rastgele bir başparmak dudaklarının arasına düştüğünde, gönüllü olarak onu emer. Ağız onun için daima keyifli bir yer olarak kalacaktır: Âşık olduğunda öpücük, tiryaki olduğunda sigara, yaşlı olduğunda tatlı bir sos olarak.

      Ağızdan yalnızca çocuksu hazlar değil aynı zamanda acılar ve zıtlıklar da edinilir. Eğer süt kıtsa ve bebeği uzun ve nafile bir çabaya zorlarsa yenidoğan önce şaşırır sonra gerilir nihayetinde sinirlenir ve uzun vadede bu durum hayal kırıklıklarına, düşmanlığa ve pişmanlığa yol açar.

      Ancak ağız gülümser ve bu gülümseme en az ağlama kadar kendini ifade etmede kullanılan bir yöntemdir. Yirmi beş gün içinde dudaklarda bir tebessüm fark edilir, kırk beşinci günde daha net bir sevinç sıçraması görülür en nihayetinde üç hafta sonra bebek işte bir kıkırdama ile karşınızdadır. İlk çocuksu gülüşler beden ruhun öz mutluluğu bulmasına izin verdiğinde gelir. Halk arasında bebeklerin göğe bakıp gülümsediği söylenir, doğrudur da. Kısa sürede tüm dünyaya da gülümser, böylece kelime mucizesi için yaratılan ağız gülümseyerek ilk iletişimi kurar.

      El dönemi doksan gün sonra başlar. Çocuğun ellerinin varlığını aniden fark ettiği özel bir an vardır. Ancak hâlâ kendisine ait olduğundan şüphelenmez. Onu kendinden bağımsız ama olağan bir nesne olarak görür. Kolların otonom hareketi görüş alanına girdiğinde onları uzun uzun seyreder. Sonunda kolları bir arkadaşı kabul eder ve ona bakarken sık sık gülümser. Çocuk daima önce sağ elini, daha sonra sol elini keşfeder. Tersi olursa, muhtemelen solak olacaktır.

      Bebek sonunda elini keşfetse de kullanmasını hâlâ bilmez. Eline gelen her şeyi kavrar, bebeğin neşeyle dinlediği çıngırağı eğer biri eline verirse onu sıkıca tutar ve biri parmaklarını açmaya çalışsa da o parmaklarını kuvvetle sıkmaya devam eder. Bir süre sonra rahatsız olup neredeyse ağlayacak duruma gelince bu gürültüden kaçmak ister ancak eli istemsizce çıngırağı tutmaya ve kolu onu istemsizce sallamaya devam eder. Beden, ruh için zor bir araçtır.

      Bir

Скачать книгу