Samed Behrengi Bütün Öyküleri. Samed Behrengi

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Samed Behrengi Bütün Öyküleri - Samed Behrengi страница 13

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Samed Behrengi Bütün Öyküleri - Samed Behrengi

Скачать книгу

her ne olursa buradan bin kat iyidir. Perişan olduk buralarda, onlar da memlekette sersefil.”

      Yolda, parktan otobüs garına gidene kadar, eve döneceğimize sevinmem mi yoksa üzülmem mi gerektiğini bilemedim. Deve’mden uzak kalmayı hiç istemiyordum. Yapabilsem, Deve’mi de yanımda götürürdüm, o zaman hiçbir üzüntüm kalmazdı.

      Bilet almak için gara gidiyorduk, yine caddelerden yollardan geçtik. Babam, zerzevatçılık yaptığı el tezgâhını ne olursa olsun akşama kadar satmak istiyordu. Ben de ne olursa olsun gidip Deve’yi son bir kez görebilmek arzusundaydım. Akşam vakti gara yakın bir yerde buluşup, orada bir yerde uyumak üzere anlaştık. Babam beni o durumdayken tek başıma göndermeyi hiç istemiyordu, ama yalnız gidersem biraz yürüyüp dolaşacağımı ve açılacağımı söyleyip ikna ettim.

      Gün batımına doğruydu vakit. Kaç saattir orada öylece durup Deve’yi seyrediyordum bilmiyorum, bir anda lüks bir otomobil yanaştı caddenin kenarına. Deve ile benim yanıma gelip durdu. Arabanın içinde bir adamla cici bir kız çocuğu oturuyordu, ikisinin de üstü başı tertemizdi. Kızın gözü Deve’ye kayınca gözleri zevkten parıldadı ve gülümsedi. Tedirgin oldum onu öyle görünce, yoksa benim Deve’mi satın alıp evlerine mi götüreceklerdi? Kız, babasının elini tuttu ve otomobilden dışarı çıkarttı:

      “Çabuk ol babacık! Bizden önce birileri gelip almasın onu!”

      Babayla kızı mağazaya girmek için davrandılar, ama baktılar ki dükkânın girişinde ben dikiliyorum ve yolu kapatmış durumdayım. O an ne hissettiğimi hiç bilmiyorum. Korkuyor muydum? Ağlamaklı mı olmuştum? Bir şeyin yasını mı tutuyordum? Ne hissettiğimi bilmiyorum. Tek bildiğim, kızla babasının yolunu kestiğim ve sürekli olarak,

      “Beyefendi, bu Deve satılık değil, sabahleyin satıcı kendisi söyledi bana, inanın ki satılık değil.” diye konuşmamdı.

      Adam beni sertçe kenara itti:

      “Yolu niye kapatıyorsun be çocuk, çekil kenara!”

      Sonra da ikisi birlikte mağazaya girdiler. Adam, mağazanın sahibiyle konuşmaya daldı. Kız ise sürekli arkasına bakıyor, Deve’yi seyrediyordu. Öyle cıvıl cıvıl bir hâli vardı ki onu gören, hayatta bir kere olsun üzülmediğini iddia edebilirdi. Benimse dilim lal olmuş ayaklarım kilitlenmiş gibiydi, eşikte öylece duruyor içeriye bakıyordum. Maymunlar, deve yavruları, ayılar, tavşanlar ve diğerleri beni seyrediyordu. Hepsinin de beni o durumda gördükleri için içlerinin cız ettiğini biliyordum.

      Kızla babası, mağazadan dışarı çıkmak üzereydiler. Adam iki binlik bir sikkeyi bana doğru uzattı. Ben ellerimi arkamda birleştirdim ve adamın suratına öylece baktım. Adam bu bakışlarımdan ne anladı bilmiyorum, ama parayı hızlıca cebine koydu ve geçip gitti önümden. Mağazanın sahibi de onun ardından beni dükkânın eşiğinden uzaklaştırdı. Mağazanın çalışanlarından iki kişi dışarı çıktı ve Deve’ye doğru ilerlediler. Kız gidip otomobilin içinde oturdu ve Deve’ye bakmaya başladı, oyuncağının getirilmesini bekliyordu. Mağazanın işçileri deveyi iki yanından tutup havaya kaldırdıklarında, birden öne fırladım ve Deve’nin bir bacağına yapıştım,

      “Hayır, durun, bu benim devem, durun nereye götürüyorsunuz onu, bırakmam!” diye feryat figan bağırıyordum.

      İşçilerden biri:

      “Çekil kenara velet! Delirdin mi sen?”

      Kızın babası da mağazanın sahibine beni gösterip,

      “Dilenci mi bu?” diye sordu.

      Çevredeki gelip geçen insanlar da olayı seyretmek için durmuş bakıyorlardı. Ben Deve’nin bacağını bırakmıyordum. Sonunda, işçiler havaya kaldırdıkları Deve’yi yere bırakmaya ve önce beni oradan uzaklaştırmaya mecbur kaldılar. Kızın sesi otomobilin içinden bile duyulabiliyordu,

      “Babacığım bırakmayın şunu, el sürmesin oyuncağıma.” diyordu.

      Adam gidip direksiyonun başına oturdu. Deve’yi otomobilin arka koltuğuna yerleştirdiler. Otomobil tam hareket etmek üzereyken yerimden fırladım ve onlara doğru koştum. İki elimle birden otomobile sıkıca yapışmış feryat ediyordum âdeta:

      “Durun, benim Deve’mi nereye götürüyorsunuz? Bırakın, o benim Deve’m!”

      Sanıyorum bu feryadımı kimse duymadı. Bağırmaktan sesim o kadar kısılıp gitmişti ki sanki feryadım boğazımın içinde boğuluyor, ağzımdan dışarı çıkmıyordu artık. Birisi gelip beni otomobilin yapışmış olduğum arka tarafından ayırdı ve kızla babası gitti. Ellerim yavaş yavaş boşluğa düştü, ben de artık ayakta duramadım, yüzüstü asfalt yolun üstüne yığıldım. Deve’me son bir kez baktım, otomobilin arkasında konulduğu yerden bana bakıyordu, gözlerinde yaş vardı ve boynundaki çanı sinirli sinirli sallıyor, sesi dışarıya kadar geliyordu.

      Düşerken burnumu yere çarptığım için, yüzüm kan içinde kalmıştı. Ayaklarımı yere vura vura, hıçkırıklar içinde ağladım da ağladım…

      O anda, mağazanın vitrinindeki makineli tüfeğin elimde olmasını ne kadar da çok isterdim.

      BİR ŞEFTALİ BİN ŞEFTALİ

      Fakir ve susuz bir köyün hemen yanı başında, oldukça geniş bir bağ vardı. Öyle güzel bir bağdı ki bu, yemyeşil ve düzenli, her bir yanı meyve ağaçlarıyla dolu, içinden geçen suyu bol… Bağ o kadar genişti ve ağaçlarla dopdoluydu ki, eline bir dürbün alıp bir ucundan bakmak istesen, diğer ucunu göremezdin.

      Köyün ağası, birkaç yıl önce, köydeki toprakları parçalara ayırmış ve köylülere satmış, fakat bu güzelim bağı kendine ayırmıştı. Elbette, köylülere sattığı topraklar ne düzdü ne de ağaçlık. Engebeliydi, suyu da yoktu üstelik. Aslında, vadinin tam ortasında tek bir düz arazi vardı, işte o arazi de ağanın sahiplendiği bağıydı. Ağa, vadiye bakan diğer verimsiz toprakları, tepelik arazi ve yokuşlarıysa köylülere satmış, onlar da bu topraklara buğday ve arpa ekmişlerdi.

      Her neyse, bir kenara bırakalım şimdi bunları, hem belki öykümüzle de bir ilgisi yoktur bunların.

      Bu bağda iki tane şeftali ağacı yetişmişti, bir tanesi diğerinden daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın da hem yaprakları hem de çiçekleri tıpatıp diğerine benzerdi, o kadar benzerdi ki, bu iki ağacı gören herkes daha ilk bakışta her ikisinin de aynı tür olduğunu anlayıverirdi.

      Ağaçların daha büyük olanı aşılıydı, her yıl kocaman, kıpkırmızı ve göz alıcı şeftaliler verirdi. Bu meyveler o kadar iri olurdu ki, avuca zor sığardı, insan ısırıp yemeye kıyamazdı.

      Bahçıvanın dediğine göre, bu ağacı yabancı bir mühendis aşılamıştı ve aşılarken kullandığı sürgünü de kendi memleketinden getirmişti. Böylesine masraf edilen bir ağacın şeftalilerinin ne kadar değerli olacağı herkesin malumudur.

      Kem gözler ilişip de nazar değdirmesin diye, birer ufak tahta parçasının üzerine (Kuran’dan) “Ve in yekâd…” ayeti yazılıp, her iki ağacın da üzerine iliştirilmişti.

      Buna karşılık,

Скачать книгу