Dar Sokakta Ayak Sesleri. Emin Göncüoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Dar Sokakta Ayak Sesleri - Emin Göncüoğlu страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Dar Sokakta Ayak Sesleri - Emin Göncüoğlu

Скачать книгу

Anadolu haritasını zihnimde canlandırmaya çalıştım. Alt tarafta Suriye’ye sınırı olan Gaziantep, yanında Şanlıurfa, daha doğuda da Mardin vardı sanırım. Daha üstte Adıyaman ve Diyarbakır olmalı…

      Uçakla Urfa’ya, kara yoluyla Harran’a, oradan Mardin Midyat, Hasankeyf ve Diyarbakır’a gidilecek sonra tekrar uçakla İstanbul’a dönülecekti; böyle yazıyordu ilanda.

      Bu konuyu düşündükçe heyecanlandığımı fark ediyordum. Hâlâ böyle bir geziye çıkma isteğimin birdenbire neden ve nasıl ortaya çıktığını anlayamıyor ve yeterince tatminkâr cevaplar bulamıyordum. Sonra yoruluyor ve bu sorunun yanıtını aramaktan vazgeçiyordum.

      Aslında Ege veya Akdeniz’in güzel bir kıyı kasabasına gidip istersem bir hafta veya on gün kalabilirdim. Fakat dediğim gibi içimdeki o gizli güç -veya adı her ne ise o- Güneydoğu gezisine gitmem için beni heveslendirip şevklendiriyor, âdeta bu geziye çıkmam için teşvik ediyordu.

      O gece karmakarışık rüyalar görerek uyudum. Bunların hemen hepsi tanımadığım, ürkütücü, çok sıra dışı, karmakarışık yerlere yapılan gezilerden oluşuyordu. Sabah uyandığımda evimde güvende olmaktan büyük rahatlık duydum.

BEŞİNCİ BÖLÜM SONU

      Eminönü’ne, şansımın yaver gitmesiyle boş yer bulabildiğim körüklü uzun otobüsle geldim. Vaktim vardı ve Mısır Çarşısı’nın Sirkeci tarafından bakan kapısının içindeki küçük dükkânda, ince, kaşarlı bir tost yiyip havuç suyu içtikten sonra çalıştığım iş hanının fotoselle çalışan geniş cam kapısından içeri girdim.

      Kapıdaki güvenlik görevlisi Sırrı Bey her zamanki gibi güler yüzle karşılamaya alışmıştı gelenleri. Onunla selamlaştıktan sonra nihayet çalıştığım kata ulaşabildim.

      Sol tarafta oturan masa komşum Yusuf Bey benden sonra girdi içeri herkese gülücükler dağıtarak. Çalışanlardan eksik olan kimse yoktu.

      Masamda her sabah yaptığım güne hazırlık çalışmalarına başlarken tatile çıkmak konusunu Meral Hanım’a ne zaman açsam diye düşünüyordum.

      Temmuz ve ağustos aylarında en eskiler, en kıdemliler izne ayrılıyorlardı. Benim gibi yenilere sadece haziran ayı kalıyordu. Gezi de haziranın yirmi ikisindeydi; on iki gün vardı.

      Meral Hanım’ın sert yüz ifadesi, yanına gitme cesaretimi kırıyordu ve o an bu geziden vazgeçmemin en doğru hareket olacağını düşünüyordum. Fakat daha önce de dediğim gibi, nasıl ve neden doğduğunu anlayamadığım içimdeki o garip kuvvet bu duruma engel olmak için beni tekrar teşvik edip heveslendirerek hemen harekete geçiriyor ve kırılan istek ve cesaretimi tekrar toplamamı sağlıyordu. Onunla gidip konuşayım veya şimdi çok sinirli görünüyor, en iyisi gidip konuşmayayım kararsızlığı içinde birkaç saati geçirdim ve bu konuyu düşünmekten bir hayli yoruldum. O tarafa mümkün olduğu kadar bakmamama rağmen, Meral Hanım’ın sesini her duyduğumda onunla gidip konuşma isteği yeniden içimde canlanıyor fakat yüzündeki o can sıkıcı ifadeye bakınca hemen vazgeçiyordum.

      Ama bütün bunlara rağmen o bölgeye yapılacak geziye katılma isteğim hiç azalmadan tuhaf bir şekilde artarak devam ediyordu. Bu geziye beni çağıran belki kaderimdi ve ben onun çekiminden esrarlı bir etkiyle kurtulamıyordum.

      Ege ve Akdeniz kıyılarını iyi biliyordum ve bunların benim için pek bir ilginçliği kalmamıştı. En son, liseyi bitirdiğim yaz annem ve babamla mavi yolculuğa çıkmıştık. Çocukluğumdan beri Alanya ile Balıkesir arasında gezilebilecek hemen her yeri görmüş tanımıştım. Bizimkiler, denizi, gezmeyi, yeni yerler görmeyi çok sevdikleri için beni de yanlarına aldıkları gibi Akdeniz veya Ege’nin bir kıyı kasabasında alırlardı soluğu.

      Emekli olduktan sonra babamda yüksek tansiyon rahatsızlığı başlayınca Silivri’deki yazlık evi alıp daha sakin ve serin olur diye annemle birlikte yaz aylarını artık orada geçirmeye başladılar.

      Üniversiteyi okurken birkaç kez Fethiye’ye, Kaş’a, Didim’e gittim. Arkadaşlarım içki içip olay çıkarınca soğudum tatilden. Sonraki sene tek başıma gittim, sıkıldım. Geçtiğimiz yazı nasıl geçirdiğimi ise başta anlatmıştım.

      Vakit öğlene yaklaşıyordu ve on beş dakika sonra yemek ve dinlenme saati başlayacaktı. Masadan kalktım; Meral Hanım’a doğru gidip masasının önünde dikildim. Hiç olmazsa dün akşamki ziyaretimin hatırına biraz daha cana yakın davranmasını bekliyordum fakat o, bu düşüncemi boşa çıkarırcasına her zamanki mesafeli tavrı ile yüzüme baktı. Donuk ve ciddi yüz ifadesinin gerisinde neyin gizlendiğini tahmin edebiliyordum.

      “Nuri Bey nasıl, iyidir umarım?” dedim.

      “İyi, ziyaretiniz için tekrar teşekkür ederim ama yorulmanıza gerek yoktu!” dedi duygusuz bir sesle. Sonra aynı donuk ifadeyle yüzüme bakmaya devam edince:

      “Efendim, yıllık iznimi kullanmak istiyorum.” dedim

      Kendisinden borç para istenilmesinden hoşlanmayan biri gibi, yaşlanmış, parlaklığı kaybolmuş yüzünü buruşturarak:

      “İzin istemek için iyi bir zaman değil!” dedi huysuzca. Başka türlü davransaydı şaşırırdım zaten.

      “İhtiyacım var efendim!” derken epeyce gerilmiştim.

      “Önemli olan sizin değil, işletmemizin ihtiyaçlarıdır. Bunu burada çalışan herkes çok iyi bilir… Müdür beyle konuşur size bildiririm. Fakat bu ne zaman olur bilmem!” dedi.

      O kadar soğuktu ki bu kısa konuşmanın sonunda, üzüldüm, incindim, kırıldım, öfkelendim. Bütün bunların hepsi yıldırım hızıyla birkaç saniyede oluverdi içimde. Sanki cebinden borç para çıkarıp verecekti kadın…

      Öğlen arası hemen hemen başlamak üzereydi. Kızgınlıkla aşağı indim, denize doğru yürüdüm. Üstünde “Üsküdar” yazan vapur iskelesinin yanında korkuluklara yaslanıp Boğaz’ın bütün canlılığını izlerken derin derin nefesler çekip sakinleşmeyi bekledim.

      Karaköy rıhtımına yanaşmış çok büyük bir yolcu gemisini ve gerisindeki Galata Kulesi’ni seyrederken; hem denizde yol alırken yolcu gemisinde olup bitenleri hem de kartal kanatları ile Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Boğaz’ın üstünden Üsküdar’a doğru uçarken aşağıya bakıp neler düşünmüş olabileceğini ve o zamanki İstanbul’u hayal ettim.

      Küçük balıkçı ve yolcu tekneleri Galata Köprüsü’nün altından Haliç’e girip çıkıyorlardı. Köprünün üstünden durmadan araçlar geçiyordu. Ya iskeleye yanaşmak ya iskeleden ayrılmak ya da önüne çıkan küçük bir tekneyi uyarmak için öten, Boğaz’da çalışan yolcu vapurlarının düdüğü dikkatimin o yöne çevrilmesini sağladı.

      Üsküdar’a gitmek için iskeleden ayrılan vapurun manevra yaparken pervanesinin suda yarattığı anafor ürkütücüydü. Balıkçı motorlarını takip eden martılar aç olduklarını belli eden sesler çıkarıyorlardı.

      Etraftaki küçük büfelerden yayılan pişmiş balık ve döner kokuları aç olduğumu hatırlatıyordu. Deniz havası iyi gelmişti; içimdeki kırgınlık ve öfke azalır gibi olmuştu. En yakındaki büfeden ekmek arası balık aldım

Скачать книгу