MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI. Murat Ali Ersan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI - Murat Ali Ersan страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI - Murat Ali Ersan

Скачать книгу

traktör tamir atölyesinde çıraklık yapmış. Orası iflas edince şehrin en işlek caddesinde işporta tezgâhı kurmuş. Telefon kabı, tıraş makinesi, el feneri, tırnak makası ve bunun gibi ıvır zıvır satmaya başlamış. Lakin orada da zabıtalar rahat bırakmamış. İki yıl boyunca iş aramış durmuş. Nihayetinde de son olarak orduya yazılmış.

      “Ne kadar anti militarist olursan ol, yokluk piyade tüfeği taşıttırır,” diyerek gülümsedi. Dilinin ucuna bir şey geldi, söyleyemedi. Haydi yoluna git dedi onun yerine.

      Kolaylıklar dileyip oradan uzaklaştım.

      Bir yanılgının ortasında gerçeği arayan kör bir sokak şarkıcısı gibiydim. İlerlediğim yolun gerçekliğinden şüphe ediyordum. Garip bir duyguydu, sanki sanal gerçeklik oyunlarına kendimi kaptırmıştım. Yol boyunca toplumdaki yerimi sorgulayıp durdum. Uzun zamandır böyle bir yolculuğa çıkmamıştım. Biraz heyecanlı, biraz korkuyordum.

      Hayata atıldığımdan beri sürekli çalışıp durmuştum. Başımı bile kaldırmadan, yorgunluktan bayılana kadar… Peki ya elime ne geçmişti? Para mı, araba mı, yeni ayakkabılar mı? Kazandıklarımın yanında kaybettiklerim koca bir hiçti sadece. Orta çağın köleleri bile daha özgür sayılırlardı. Bileklerimde, boynumda ve ayaklarımda görünmeyen zincirler vardı. Zincirlere öylesine alışmıştım ki bedenimin bir uzvu olarak görmeye başlamıştım sanki. Hangi hayalin peşinden koşmaya çalışsam, zincirler beni engelliyor ve ben ayaklarımın altına yağ dökülmüş gibi olduğum yerde debelenmekten öteye geçemiyordum. Çocukluğumdan beri zincirlerime sıkı sıkıya bağlı kalmak için eğitilmiştim. Zincirlerimden kurtulmak gibi bir hayalin korkunç neticelere yol açacağına inanmıştım. İnsanlar tarafından sıradanlığı lütuf olarak görmek için eğitilmiştim. Sirk maymunundan hiçbir farkım yoktu, gösteri bittiğinde benim de karnım doyardı.

      Otoyolda ilerlerken dağların yamacına serpilmiş küçük köyleri gördüm. İlkokul yıllarımda okuduğum hikâye kitaplarındaki gibiydiler. Köylerin sokaklarında bisiklet süren birkaç çocuk vardı. Ellerini bisikletin gidonundan çekmişler yanlara doğru açmışlardı. Güle oynaya tadını çıkarıyorlardı hayatın.

      Akçatekir yokuşunu çıkarken arabamın hararet göstergesi kırmızı alana doğru yaklaşmaya başladı. Yol kenarında durup motor suyunun soğuması için kaputu açtım.

      Çelik bariyerlere kıçımı dayamış motor suyunun soğumasını beklerken önüm sıra mermi gibi geçen araçları seyretmeye koyuldum. İnsanların bir yerlere yetişmek için neden acele ettiklerini anlamaya çalıştım. Bu kadar acele edecek ne vardı hayatlarında önemli olan? Dünya’yı mı kurtaracaklardı? Hepsi birer süper kahramandı da benim mi haberim yoktu? Kırmızı arabalar, siyah kamyonlar, beyaz minibüsler; egzozundan çıkan kara dumanı gökyüzüne salarak, nefes almaksızın, durmayı gözetmeksizin, ısrarla ve acı içinde ilerliyorlardı sadece. Kuşkusuz şu an yol kenarında durmuş arabamın motor suyunun soğumasını beklerken yaşamı anlamlandırmak isteseydim yazacağım dizeler şöyle olurdu:

      Yaşamak,

      A noktasından B noktasına son surat ilerlemek,

      Ve B noktasından C noktasına asla gidememektir.

      On dakika sonra karpuz taşıyan bir tır tıslayarak birkaç metre önümde durdu. İçinden kır saçlı bir ihtiyar indi. Telefonu çıkarıp birileri aradı, kamyonun frenleriyle ilgili bir sıkıntıdan bahsediyordu. Tekir yokuşundan bu şekilde inerse soluğu kaçış rampasında alacağını söylüyordu. Telefonu kapattıktan sonra cebinden buruşuk bir sigara paketi çıkardı. Çakmağı bulamamıştı, aranıp duruyordu, hay aksi dercesine kafasını salladı, çakmağı vites kolunun yanındaki boşlukta unutmuştu.

      “Hey, beybaba,” diye seslendim çakmağı göstererek.

      Yanıma doğru gelmeye başladı, “Teşekkür ederim,” çakmağı alıp sigarasını tutuşturdu. “Hayrola senin araba su mu kaynattı?” diye sordu arabamı işaret ederek.

      “Üç kilometre daha gitseydi su kaynatırdı,” dedim, “Neden bilmiyorum hararet göstergesi yükseldi.”

      Başını gökyüzüne doğru kaldırdı, gözleriyle güneşi aradı, “Malum hava sıcak. Tabi bir de yokuş olunca, haliyle…”

      “Öyle tabi.”

      “Yolculuk nereye?” diye sordu, bir dal sigara uzattı.

      “Sağ ol, izmariti yeni söndürdüm. Konya’ya bir arkadaşı ziyaret edeceğim oradan da İstanbul’a geçeceğim sonra da istikamet Çorlu. Çorlu’da bir arkadaşım evleniyor.”

      “İyi, iyi,” dedi sigarasını afiyetle içerken, “Allah bir yastıkta kocatsın,” öksürüyordu, her öksürdüğünde ciğerlerinden bir parça da yola doğru savruluyordu. Gözleri kan çanağı oluverdi birkaç saniyede.

      “İyi misin?” diye sordum, “Su vereyim mi? Torpidoda su olacaktı.”

      “Yok sağ ol. Geçer şimdi, tütün kurumuş, boğazımı yaktı,” dedi, birkaç kez yutkunarak boğazındaki acıyı gidermeye çalıştı, “Geçen gün Gaziantep’ten yarım kilo tütün almıştım, tütüncü kuru vermiş. Atsan atılmaz, mecbur içeceğiz,” dedi, sonra arabamın motoruna doğru eğildi. Sigarasını dudağına yerleştirdi. Motorun alt kısmındaki kabloları kontrol etmeye başladı, “Ben de Afyon’a karpuz götürüyorum, Adana’dan aldım yükümü, Karataş’tan, bilir misin Karataş’ı?”

      “Adanalıyım,” dedim, “Küçükken gitmiştim birkaç kez. Karataş’a, denize girmeye…”

      “İyi, iyi,” dedi, arabamın motorundan tozlu bir kabloyu çıkarıp ucundaki plastik şeyi bana gösterdi, “Bunu değiştir. Kaza yaparsın sonra. Motor yağını da değiştir, seviyesi azalmış, contayı yakarsın. Eskiden araba tamircisiydim, oradan biliyorum,” dedi, tozlu ellerini pantolonuna sürdü.

      “Çorlu’ya kadar götürür mü beni?” diye sordum.

      Yaşlı gözlerini kısıp yolun yukarısına doğru baktı, eli belindeydi, “Çorlu uzak,” dedi, “Sen yine de yol üstünde tamirci görürsen arabanı yanaştır. En azından yarım litre yağ takviyesi yapsın.”

      “Öyle yaparım. Sağ olasın,” dedim, kamyonu işaret ettim, “Seninkinin neyi var?”

      “Balatalar… Herhalde içine taş girmiş. Patır kütür ses geliyor. Bizim oğlanı aradım, yarım saate gelir,” dedi. Sonra yaşına aldırmadan kamyonun kasasına doğru yönelip tırmandı, orta halli bir karpuzu çekip çıkardı, bana uzattı, “Yolda yersin.”

      “Ne gerek vardı?”

      “Olsun, havalar sıcak, çekinme, al yahu, alsana,” dedi, karpuzu ön koltuğa yatırıverdi. “Yolun uzun, insanlar da su kaynatır…”

      “Doğru,” dedim gülümseyerek.

      Kaputa doğru eğildi, elini motor bloğunun üzerine tuttu, “Hararet azalmış gibi görünüyor.”

      Isıyı kontrol etmek için arabaya geçip kontağı çevirdim, gösterge birkaç tık aşağı düşmüştü, Akçatekir yokuşunu çıkana kadar idare ederdi.

Скачать книгу