MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI. Murat Ali Ersan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI - Murat Ali Ersan страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI - Murat Ali Ersan

Скачать книгу

geri kalır yanı yoktu. Tek farkları uyurken mastürbasyon yapmıyorlardı. Bir gün oyun içindeki etkinliğin verdiği ganimet nedeniyle iki klan arasında hummalı bir tartışma başladı. Tartışma büyüdü ve içinden çıkılamaz bir hâl aldı. Herkes ağza alınmayacak küfürler ve insanın hayal gücünü zorlayacak argo cümleler kurmak için yarışıyordu. Yaklaşık yarım saat boyunca devam etti bu tartışma. Daha sonra altmış tane insanın birbirine küfretmesi yerine klan liderlerinin birbiriyle konuşup olayı tatlıya bağlaması gerektiğini düşündüm ve Discort’ta ayrı bir odada, Bay-T’yi ve oyundaki avatar ismi PinkPrincess olan Meryem’i buluşturdum. O ana dek Meryem’in kadın olduğundan bi haberdim. Sonuçta herkes PinkPrincess ismini kullanabilirdi. Bizim Bay-T, Meryem’in sesini duyunca birkaç saniyeliğine şoka girdi. Discort’a yanlış kişiyi eklediğimi düşündü ama her şey doğruydu. PinkPrincess Meryem’di, bu yüzden de Bay-T’nin yumuşaması ve özür dilemesi kolay oldu. Neticede iki klan arasındaki buz dağları eridi, ganimet paylaşıldı, sonrasında da klanlar birleşti falan filan. Bunlar beş yıl önce olmuştu. Artık evleniyorlar. Sanırım atalarımızın çeşme başında tanışma hikayelerinin yerini yakında bu tip sanal olaylar alacak.

      Aslında bu bir teklif değildi sadece iki dostuma karşı vazifemi yerine getirmem gerekiyordu, “Pekâlâ oraya geleceğim, nikahınıza şahitlik de yapacağım.”

      “Sahi mi? Yani yapman gerek bir işin filan mı yok mu? Mesela film izlemek ya da kitap okumak gibi?”

      “Ne zaman orada olmam gerekiyor?”

      “Düğün cumartesi günü, akşamüzeri, saat sekizde. Sen birkaç saat öncesinde burada olmaya çalış. Bu arada takım elbisen var mı? Yoksa buralardan ayarlamaya çalışayım mı?”

      “Dert değil, ben ayarlarım,” dedim, sonrasında telefonu Meryem’e vermesini istedim, onunla da uzun zamandır konuşmuyordum.

      Meryem telefonu alır almaz düğüne dair bazı ayrıntıları heyecan içinde anlatmaya başlamıştı: Boyundan bağlamalı zarafet kokan gelinlik, yüksek topuklu taşlı bir ayakkabı, ayakkabı tabanına yazılmak için belirlenen isimler, gelin çiçeğini ilk kimin yakalayacağına dair varyasyonlar, Amerika usulü nedimeler filan. Oysa gözlerimin önüne Meryem’in balık etli kız kardeşi ve çiftetelli oynayan teyzeler geliyordu nedense. Ter kokularının içinde çocukları pistten alalım diyen kara kuru ve bıyıklı bir herif, geline takılan altınları hunharca not defterine kaydeden cingöz aile bireyi, yedi katlı pasta, plastik bardaklarda sunulan sarı gazozlar… Baldızın üstündeki kayık yakalı zümrüt yeşili abiye, yanlardan fışkıran boğum boğum et, yanaklara sürülmüş iki kilo makyaj… Meryem’in gerçekten de bir kız kardeşi var mıydı ondan bile emin değildim aslında. Sadece zihnimde kurguluyordum nasıl bir düğün olacağını. “Harika olacak,” dedi Meryem, “Sahil kenarında, evet, koca oteli bir geceliğine kapattık. Yemek faslı sona erdikten sonra eğlence başlayacak. Salsa kulübünden arkadaşları davet ettim. Bir kız var. Adı Filiz. Geçen gün ona senden bahsettim. Eminim ki onunla dans etmek istersin.”

      Dans mı, üstelik hiç tanımadığım bir kadınla mı? Daha neler! Şu dünyada nefret ettiğim bir şey varsa o da dans etmektir. Üstelik pek de beceremem. Bir keresinde Bay-T’nin önerisiyle dans kursuna yazılmıştım berbat bir deneyimdi. Salsa kursu duvarları aynalı bir mekandı. Orada herkes delicesine salsa yapıyordu. Kıvrak vücutlar, estetik bilek hareketleri, yarı erotik bakışmalar… Sorun şu ki: Salsayı hep halay çekmeye benzetmişimdir, ayak hareketleri filan birbirine çok benziyor. İkisi arasındaki ayrımı bir türlü becerememiştim. Çünkü Sentor gibiydim, alt tarafım halay üst tarafım salsa. Bazen duvardaki aynalardan kendimi seyrederdim. O kadar alakasız görünüyordum ki uzun hava söylemeye çalışan rap sanatçısı gibiydim. Daha doğru tabirle: Tenis raketiyle futbol oyamaya çalışan basketbol oyuncusu gibiydim. Yine de dans etmenin güzel yanı dünyanın en kötü performansını da sergileseniz her şeye rağmen eğleniyor olmanızdır. Dans ederken kimse birbirini yargılamaz, dalga geçmez, küçümsemez veya aşağılamaz. Gündelik sıkıntılar unutulur, ruh nefes alır ve beden varlığın altın kadehinden serotonin hormonunu yudumlar.

      Meryem telefonu kapattığında kitaplığımın alt rafındaki haritayı çıkarıp Çorlu’ya yapacağım yolculuğun ne denli uzun olduğunu gördüm. Bin dört yüz kilometreydi ancak Bay-T’nin, o pislik herifin yüzünü bu sefer kara çıkaramayacağımı biliyordum. Belki Çorlu’dan dönerken şu intihar meselesini de hallederdim.

      Ölüm tutkum zihnimi öylesine sarmıştı ki olan biteni psikoloğum ve arkadaşım olan Arzu’ya anlatsam o bile şaşkına döner, üzerime deli gömleğini geçirir, doğruca akıl hastanesine gönderirdi. Peki ya bu saplantımdan vazgeçmenin bir yolu var mıydı? Ya da bir diğer tabirle hangi olay, olgu ya da varsayım ölüm tutkumu yok edebilirdi? Bunu bilmiyordum.

      Harita üzerine eğilip bir güzergâh belirlemeye çalıştım. Yolculuğum sırasında yol üstünde bazı yerlere de uğramayı planlıyordum.

      Muhtemelen Ereğli sapağından döndükten sonra ve Konya istikametine doğru giderken bir yerlerde soluklanıp, ikinci sınıf lokantada kokmuş tavuk etiyle karnımı doyuracak sonrasında da ucuz bir pansiyonda zıbaracaktım. Sonrasında ise Kahya’nın yanına uğrayacak ve helallik isteyecektim.

      Cüzdanım kitaplığımın hemen kenarındaki komodinin üzerinde duruyordu. Üç yüz yirmi lira para, maaş kartım, kredi kartım, kimliğim, ehliyetim ve bir de ikiye katlanmış eski bir kâğıt parçası vardı içinde. Cüzdanımın içindeki en değerli şeydi o kâğıt parçası. İçinde bir adres yazıyordu sadece. Bay-T’nin adresi değildi. Belki de bu yolculuğa çıkarak en sevdiğim insana veda edebilmenin ayrıcalığını yaşayabilirdim o kağıttaki adres sayesinde.

      Karar vermiştim, Çorlu’ya varmadan önce, Kahya’nın yanına uğrayacak sonrasında ise İstanbul’a geçecek ve Yasemin’le görüşecektim tabi benimle görüşmeyi kabul ederse.

      5

      Sabah saat dokuz sularında Çorlu’ya doğru yola çıktığımda ardımda bıraktığım her ağacı, binayı ve insanı bir daha görmeyeceğimi biliyordum. Artık bodur zeytin ağaçları arasında kırmızı toprağı çapalayan köylüleri göremeyecektim. Taş binalar ve dar sokaklar ben olmadan şarkılarını söylemek zorunda kalacaklardı. Her sabah penceremi açtığımda şehrin kasvetli insanları ve yorgun çocukları beni karşılamayacaktı cadde boyunca. Ne burada kalıp alışmayı seçmiştim ne de koşup savaşmayı. Yorgunluğumun kıskacında boşluklara sarmalanmıştım. Haklı bir davanın yorgun askeriydim.

      Adana’dan yola çıkıp batı gişelerini geçtiğimde jandarma kontrol noktasında durduruldum. Bıyığı henüz yeni yeni terlemeye başlayan bir asker kimliğimi isteyip nereye gittiğimi sordu. Kimliğimi incelerken beş kiloluk piyade tüfeğini sırtına doğru gelişigüzel bir vaziyette asmıştı. Diğer insanlar gibi o da yorgundu. Zihninde tarifi güç sorular vardı. Belki de derinlerinde özlem duyduğu bir kadın yatıyordu.

      Genç asker, “Seni bir yerden gözüm ısırıyor,” diye doğruldu. Başındaki şapkayı çıkarıp şapkanın arkasındaki zımbırtıyla oynamaya başladı, “Ulubeyli misin?”

      Aslında öyle bir yeri ilk defa duymuştum. Belli ki kendi memleketiydi veyahut bir zamanlar orada bulunmuştu.

      “Ulubeyli değilim, doğma büyüme Adanalıyım, evet, içinden, kütük de orada, kimi dedin? Yok öyle birini tanımam, tabi tabi çok sıcak

Скачать книгу