Biz Babasız Büyüdük. Asım Cakıpbekov

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Biz Babasız Büyüdük - Asım Cakıpbekov страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Biz Babasız Büyüdük - Asım Cakıpbekov

Скачать книгу

Üzerlerinde kurşunî renkli kaputlar var, başlarında demirden şapkalar, tüfeklerini doğrultmuş ileri doğru atılıyorlar. Tankların küçük resimleri de var, onlar daha çok ilgimizi çekiyor, “İçi sıcak olsa gerek, bizi de bindirip oynatsalar” diye düşünüyoruz.

      Sonra köy halkı askerlere hediye hazırlamaya başladı. Gelinler bir arada ev ev gezip verilenleri topluyor: Bir evden kısa yünlü gocuk, başkasından deve yününden dokunmuş eldiven, iki kat yün çorap… Köyde böyle giyinen insan görmek çok zor. Bütün bu giysilerin nereden çıktığına kimsenin aklı ermiyor. Yiyecek de topluyorlar: heybe heybe kavut30, yufka, tere yağı, kavurma. Böyle yiyecekleri dilimizin en son ne zaman tattığını hatırlamıyoruz bile!

      Bir mahallenin verdiği hediyeleri bizim eve toplayıp başına benle Temir’i gözcü diktiler. Oturuyoruz. İkimiz de kendi alemimize dalmış, ses çıkarmıyoruz. “Giydikleri, yedikleri eğer bunlarsa, asker olmak iyi bir şeye benziyor.” diyorum ben içimden.

      O sırada Temir konuşmaya başlıyor:

      –Ağzımın suyu akıyor, ne olduysa?

      –Bilmiyorum, benimki de aynı.

      Sonra ikimiz de anlaşmış gibi aynı anda heybelerden birinin dikili ağzını biraz açıp kavuttan epey bir tattıktan sonra yufkaların da tadına bakmaya başlıyoruz. İkimiz de çok susamış olacağız ki eşikteki su dolu kovanın içine düşen buzların çıkardığı şangırtılarla soğuktan titreyene kadar su içiyor, cepheye gönderilecek hediyelik elbiselere sarılarak yatıyoruz. Temir titreyerek babasının Almanları nasıl yendiğini anlatıyor. Onun anlattıklarını nereye kadar dinlediğimi hatırlamıyorum, uyuyup kalıyorum.

      Savaş girmiş rüyama. Ben de savaştayım. Etrafım toz duman içinde. Gökyüzünde kan rengindeki bulutlar ağır ağır süzülüyor. Üzerimde annemin hazırladığı yün giysiler.. Çantamda kavut var, yufka var. Tüfeğimi ileri doğru uzatmış babamla birlikte yürüyorum. Sağımızda da solumuzda da nedense sesi çıkmayan tanklar yavaş yavaş geçip gidiyor bizi, önümüzde ise şekillerinin nasıl olduğunu tam anlayamadığım vahşi hayvanlar kaçıyor. “Şu önde kaçanlar düşmanlarımız” diyor babam. Düşmandan korkmadığıma, hatta onların benden korkarak kaçtığına çok seviniyor, gururlanıyorum. Sonra karnımın acıktığını hissediyorum. Babamla ikimiz buz gibi suyu olan bir pınarın başına oturuyoruz. Ben çantamdan kavutu alıp yufka ile yemeye başlıyorum. Babama da veriyorum. Babamın yeyip yemediğini hatırlamıyorum, sonra pınarın soğuk suyundan içiyoruz. Biz ayağa kalktığımızda artık görünmüyor düşman.

      –Baba artık eve gideriz değil mi? diyorum ben.

      –Evet oğlum, diyor babam, Almanlar kaçtı, artık eve gidebiliriz.

      Sonra… Sonra nereye gittiğimizi bilmiyorum.

      Ertesi sabah uyandığımda kendi odamda, kendi yatağımda buluyorum kendimi. Yanımda hediyeler de Temir de yok. Başımda gömleğimi düzelten annem oturuyor.

      –Kalk, diyor annem, kalk güneş doğdu artık. Yatağımın sıcaklığı beni kendine çekiyor, biraz daha uyumak istiyorum. Yorgana sıkıca sarılıp yatağın diğer tarafına doğru sürünüyorum. Adeti olduğu üzere annem ne zaman soğuk ellerini koynuma sokup, beni ürpertecek diye bekliyorum. Fakat annem benimle ilgilenmiyor. Başımı kaldırıp ona baktığım zaman onu biraz önce bıraktığım gibi buluyorum. Gözlerinde iyiden iyiye seçilen bir hüzünle oturuyor. Gözlerinin altı şişmiş, böyle iç çekerek üzüntülü, uzun zamandır oturuyormuş gibi bir hali var.

      –Ana, diyorum, birden hatırlayarak, babama kavut göndermiş miydin?

      “Babama” derken annem birden başını çevirip bana bakıyor, o an ağlamamak için kendini zor tuttuğunu, biriken damlalardan gözlerinin parladığını görüyorum. Gülümsüyor annem, sallıyor başını hafifçe. Fakat bu gülümsemeden odaya bir hüzün yayılıyor. Hemen yerimden kalkıp boynuna sarılıyorum. Annem de beni sıkıca kucaklıyor ve fısıldayarak kederli bir sesle yavaşça konuşmaya başlıyor:

      – Baban, zavallı, zor durumda olsa gerek. Acaba ne haldedir?… Aç mı, tok mu?.. Ne yapsın, bunun adı savaş… Bizim Kök-Say değil ki… Mektupları da kesildi…

      Sonra konuşmama kalmadan başımı bağrına sıkıca bastırıp hasretle öpmeye başlıyor.

      –Sen ona mıkçıma31 vermiş miydin? diyorum, daha da sıkı sarılarak.

      –Verecek olsam yok ki… Rüyama girdi… diyor annem.

      –Ben rüyamda yufka vermiştim, diyorum kafamı kaldırıp, övünç dolu gözlerle anneme bakarak.

      –Ahmağım benim, diye konuşuyor annem, başımı okşayarak, babana vermeden kendin yemişsin ya!

      –Hiii…

      Sonra… geceleyin Temir’le yaptıklarımız aklıma geliyor bir anda, o an dilim tutuluyor.

      Gerçekten de düşümde, pınarın başındayken babam benim verdiğim yufkadan yememiş, nedense bana darılmış gibi bakarak oturmuştu. Demek ki köyden gönderilen hediyelerden ona gitmemiş. Başka askerler doyana kadar yemiş, babama ise “Senin payını oğlun yedi” denmiş…

      Tüh!..

      O günden başlayarak kendimce babama azık toplamaya başladım. Anneme göstermeden biriktirdiğim azığı babama göndereyim, herkesi şöyle bir şaşırtayım, yaptığım ayıbı temizleyeyim, babama bir de mektup yazıp sevindireyim diye düşünüp gayretlendim. Yediğim ekmeklerden, kavuttan artırıp, yüklüğün yanındaki boşluğa saklamaya başladım. Bir gün baktım ki küçük küçük ekmek parçaları ben farkına varmadan epey çoğalmış. Ekmekler kurumuş, bazılarının üzeri küf tutmuş. Kavutun tadına baktım, o da ekşimiş. Anneme gösterip, sırrımı ortaya dökmek istemedim. Ekmekleri ayrı, kavutu ayrı bağladım ve bir de mektup yazdım:

      “Babacığım, karnın aç mıydı? Geçenlerde sana gönderdiğimiz azıktan az bir şey yemiştim, bana darılmadın değil mi? İşte, bu ekmekleri sana gönderiyorum. Bana darılma, tamam mı babacığım?.. Bir an önce evimize gel, iyi mi? Temir’in babası gelip gitti. Sen neden gelmiyorsun? Erlik gösterip sen de gel olur mu? Sonra bana Temir’inki gibi mızıka al, defter al, kalem al, öyle gel olur mu babacığım?”

      Hemen o gün yazdığım mektubu ekmeklerin arasına sıkıştırıp, ağzını iyice bağladıktan sonra, yükümü alıp postacı dedeye gitmiştim. Postacı dede sallanarak yürüyen atıyla ileriden görünmüş, önüne geçip selamlayarak karşılamıştım onu. Dede, selamımı alıp, uzun kirpiklerini beni nereden tanıdığını hatırlamaya çalışırcasına kırpıştırıp durdurmuştu atını.

      –Dedee, bunu babama verir misiniz?

      –Bu elindeki ne?

      –Azık…

      –Azık böyle gönderilir miymiş. Sen kimin oğlusun bakayım?

      –Aralbay’ın…

      İhtiyarın yüz hatları bir anda gerilmişti.

      –Aralbay’ın

Скачать книгу


<p>30</p>

kavut:

<p>31</p>

Mıkçıma: Sıcak ekmeği ufalamak ve tere yağ ile karıştırarak sıkmak suretiyle yapılan bir çeşit yemek. (Akt)