Yosun Kokusu. Sabir Şahtahtı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı страница 14

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı

Скачать книгу

Kadının yüzü daha da buruşmuştu ama yüzünde bir sakinlik vardı. Sakat arabası boştu. Kadın onun üstüne bir çanta koymuş alışverişini taşımakta kullanıyordu. Arabaya dayanarak onu baston gibi kullandığını anladım. Arabanın sırt dayanacak yerine oğlunun madalyalarını asmıştı. Tezgahtar, kadının bana kızdığını hatırlamıştı. Yavaşça “Oğlu öldü!” diyerek bir an önce benim eşyalarımı paketleyip torbaya yerleştirmeye çalışıyordu.

      Kadın engelli arabasını iterek sıraya baktı ve farkına varmadan ileri doğru yürüdü. Bir yandan rafların boş olduğunu görünce derin bir “of” çekti. Ben paketimi alıp geri çekilince tezgahtara:

      –Yarın arkadaşlarımla beraber mezarlığa Geroy’un yanına gideceğiz. Ne olur bana yarım litrelik bir votka ver!

      Tezgahtar:

      –Üzgünüm az önce bitirdim. Hiç votkam kalmadı. İstersen diğer gastronoma bir bakın.

      Kadın:

      –Rica ediyorum, bana bir şişe bulun çok önemli. Hem ben oraya kadar yürüyemem ki!

      Tezgahtar kız yemin ederek elinde kalmadığını söyledi.

      Ben tezgahtan biraz uzaklaşmıştım ama kulağım onların konuşmasındaydı. Bu fırsatı kaçıramazdım. Hemen torbamdaki şişelerden birini ayırıp kadının şaşkın bakışları arasında engelli arabasının üstüne bıraktım. Kadının yüzü hafifçe kızardı. Ne diyeceğini bilemedi. Ben hafifçe gülümsedim, sonra dişlerimin ağardığını ve kadının buna kızacağını düşünerek hemen dudaklarımı kapadım. Başımla selam vererek kapıya doğru yöneldim. Kapıya vardığımda arkamdan “Teşekkür ederim!” sözlerini duydum. O an Geroyun durumu gözlerimin önüne geldi. İki bacağını ve bir kolunu Afganistan’da bırakan acaba kaç tane Geroy vardı? Elimde olmadan Geroyun ruhuna bir Fatiha okudum.

      Andrey Andreyeviç, küçük evinde benim için veda sofrası kurmuştu. O güne kadar onun evli olmadığını bilmiyordum. İlmin zirvesini fetheden bu akıllı insanın, özel hayatında mutsuzluğun girdabında olduğunu o gün öğrendim. Sovyet vatandaşları için kolaylıkla bulunmayan inek ve tavuk konserveleri masadaydı. Onları tek tek açıyor sonra kadeh tokuşturuyorduk. Sanırım domuz etinin Müslümanlar için haram olduğunu bildiğinden domuz eti masaya konmamıştı. Anlaşılan beni günahların birisinden korurken, diğerinin içinde yüzdürüyordu.

      Hocam epeyce içtikten sonra ağlamaya başladı. Aslında ikimiz de ağlıyorduk ama benim gözyaşlarım içime akıyordu. Hem, ağlasaydım bile, hocam bunun farkında değildi. İçime dolan bu acının bir sel gibi beni boğduğunu hissetmeye başladım. Bakü’ye gitmek için hazırlandığım bugünlerde kalbim üç yol ayrımında ezilip inliyordu. Hayatıma giren üç kadından hayali olarak bir görüntü yaratmıştım. Son zamanlarda zihnimi en çok Kumru meşgul ediyordu. Ağa’ma yakın görünme isteğim, bana Kumru’yu düşündürüyordu. Bu soru gece gündüz hep içimdeydi. Hocamla kadeh tokuşturduğum bu anda işte bu soru içimi sıkıyordu.

      Hoca, sigara paketinden birini kendisi aldı ve paketi bana uzattı. Ben de bir tane alınca, sigaralarımızı içmek üzere ikinci katta bulunan evin balkonuna çıktık. Evin hemen altından geçen küçük yaya yolu parka doğru gidiyordu. Sigaralarımızı daha yeni yakmıştık ki aşağıdan gülme sesleri geldi. Aşağıya bakınca bir genç kızla bir delikanlı gördüm. Kız gülerek hafifçe erkek arkadaşından aralandı. Erkek, kızı öpmek isteyince kız gülerek yeniden uzağa kaçtı. Moskova’da normal karşılanan bu durumu görünce Sara ile Kumru aklıma geldi. Onların da böyle neşeli günler geçirmeye hakları yok muydu? Bu hakkı onlara Allah vermişti. Aşağıdaki gençler gibi neşeli bir şekilde yanımda olsalardı, Andreyeviç’in derdinden kendime çıkardığım yükü omuzlarımdan alırlardı.

      Hocamın sarhoşluğu arttıkça, ağlaması da artıyordu. Sonunda onu yatak odasına sürükleyerek götürüp, odanın ortasındaki iki kişilik karyolasına zorlukla uzattım. Andreyeviç, bir şeyler sayıklıyordu. Penceresinin perdesini kapatıp, son kez karyolada uyuyan hocama bakıp, veda ettim. Evin ışıklarını söndürüp evin kapısını kapattığımda saat 12’yi gösteriyordu. Öğrenci yurduna varıncaya kadar içimden kötü kötü düşünceler akıp geçti. Büyük heyecan ve merakla ayak bastığım bu masallar aleminden acı ve üzüntü ile ayrılıyordum. Elveda Moskova!…

      KIRMIZI RÜZGAR

      Bakü’ye TU–154 yolcu uçağı ile uçaçaktım. Kaç gündür yaşadığım fiziki ve manevi yorgunluğun bedenimde ve zihnimde yarattığı baskı ile ayaklarımı neredeyse sürükleyerek uçaktaki yerime oturdum. İçeri giren ilk yolculardandım. Yerime oturur oturmaz gözlerimi kapadım ve uçağın iniş anonsu ile gözlerimi açtım. Nerelerden uçtuğumuzu öğrenmeme Sara izin vermemişti. Rüyamda onu görmüştüm. Uzaklarda bir yerde, ne yaptığımı ne ettiğimi bilmeden gür akan bir çayın kenarında dolaşıyordum.

      Bir de gördüm ki birkaç tane kız güle oynaya ellerinde çamaşır leğenleri ile çaya doğru iniyorlar. Tıpkı Afganistan’daki gibi kızlar eteklerini ıslanmasın diye toplayarak bellerindeki kemerin altına soktular. Ben kuşburnu ağaçlarının arasına girip kızları izlemeye başladım. Kızların bembeyaz bacakları beni tahrik etmişti. Aniden bir homurtu duyup geri baktığımda babamın kızgın bakışlarıyla karşılaştım. Çalının dibine doğru iyice büzüldüm. Orada uyumaya başladım. Kuşburnu ağacı çiçeklenmişti. Beyaz ve menekşe rengi çiçeklerin kokusundan sarhoş olmuştum. Çiçek yapraklarının üstünde Sara’nın fotoğrafı vardı. Hem de hepsi birbirinden farklıydı. Hangi fotoğrafa bakacağımı bilmiyordum. Sonra fotoğraflar Efsane’nin fotoğrafı ile birleşti. İkisi de kol kola girmişlerdi. Onların birbirlerine bu kadar benzemesi hem iç açıcıydı hem de şaşırtıcı. Kuş burnunun altındaki rüyamdan ayılınca ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama uçaktaki rüyamdan uyanınca bir iki dakika nerede olduğumu düşündüm. Bir rüya görmüştüm. İki rüyanın etkisinden olacak uyanmakta zorlanıyordum. Uçak sarsıntıyla da olsa indi. Perona yanaşınca eşyalarımızı toplayıp çıkışa doğru yürüdüm. Uçağın merdivenine adımımı atınca yüzüme petrol kokulu hafif bir rüzgar çarptı. Güneş beyaz bir bulutun arkasından kırmızı bir renkte görünüyordu. Bana öyle geldi ki yüzümü yalayan rüzgar da kırmızı renktedir. Hava soğuk olsa da üşümüyordum. Başka bir deyimle Bakü bu kış ayında beni sıcak karşılamıştı. Belki de bu sıcaklık havanın değil, şehitlerin kanının sıcaklığıydı. “20 Yanvar” şehitlerinin kanıyla kırmızıya boyadığı sokak ve caddelerin, ertesi gün karanfillerle kırmızıya boyandığını görünce hayrete düşmüştüm. Daha önceden de Bakü’de sakinlik yerine mitinglerin olduğunu öğrenmiştim; ancak su yerine kan aktığını da yeni öğrenecektim… Bir de feryat sesleri ile karşılandığım bu Müslüman ülkesinin merkezinden iki yıl sonra feryat, figanla yola çıkacağımı da bilmiyordum.

      10 Kasım 1887 yılında Bakü’deki bu teknik okul kurulmuş daha sonra bu okul Azerbaycan Petrol ve Kimya Enstitüsüne dönüştürülmüştü. Benim de isteğim üzerine evraklarım bu okulun idaresine gönderilmişti. Bu okul eğitimi ile dünyaca ünlüydü. Eğitimime burada devam edecektim. Azerbaycan’a tam da matem günlerinde gelmiştim. Bu nedenle okuluma ancak 24 Ocak günü başvurabildim.

      Dekandan, çok sayıda Afganlının da burada okuduğunu öğrenmiştim. İnsan, nefsi ile kendisine düşmandır. Ben de kendime düşmanlık

Скачать книгу