Unutmağa Kimse Yok. Kemal Abdulla

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla

Скачать книгу

de hayatımı yazarsam kitabın adını Arıların Dostu koyarım. Ama… Ya başkaları yazarsa benim hayatımı? Neden olmasın? Olabilir. Böyle bir kitap yazılırsa adı yine de Arıların Dostu olur. F. Q. mi? O da kim? Hangi F. Q.? Sonunda o yazıyı çözen adam mı? Hangi yazı mı? Kimsenin okuyamadığı o zor metni çözüp bilime kazandıran mı? Hangi metni, Çiçekli Yazı’yı mı? Olamaz! Yani o mu açtı Çiçekli Yazı’nın sırrını? O, o, elbette F. Q.’nin ta kendisi. Arıların Dostu. Kim olabilirdi ki F. Q.’den başka.

      Çiçekli Yazıyla ilgili ümitlendirici (hatta fantastik) düşünceler ara ara gelip kalbine ve ruhuna hâkim kesildikçe, öte yandan sevgilisi Afak’la iki ay önceki konuşmalarının burukluğunu bilerekten unutmamaya, konuşmalarını tüm ayrıntılarına kadar teker teker ve de yeri oldu olmadı anımsamaya çalışıyor, hayalinde canlandırmaya gayret ediyordu; gerçi özel bir gayret göstermeğe de gerek yoktu, onsuz da hiçbir şey unutulmamıştı. Unutulmaya “aday” bir sözcük, bir cümlebelirdiğinde zorla, acıyla, hırsla onu engeller, o sözü, o ani jesti geri götürüp kendi zamanının içine yerleştirir, o anın yerini beyninde yeniden pekiştirir, kendine zulüm ederek bunu yapar ve sanki bundan gizli bir güç (belki de zevk) alırdı. Bir yandan kendine işkence ederek güç kaybeder, öte yandan yine kendine işkence ederek bir yerlerden güç alırdı. Hem de… Kendine bile itiraf etmeğe cesaret bulamayıp beyninden kovalamaya çalışsa da, meşakkat ve azap dolu bu anların kendisine içten içe bir haz (zevk!) vermediğini gönül rahatlığıyla söyleyemezdi. “Ama hayır, yetti artık! Bitirmek gerek bu komediyi, yetti be, çocuk değilim ben.”

      Behram Emmi demin tırmandığı o patikayla aşağıya doğru ağır ağır geri döndü, artık tek kelime bile etmeden terasa çıkıp oradan eve girdi. Pencereden avluya ılık bir aydınlık süzüldü.

      “Arıların Dostu” yayılıp oturduğu yerde baştan beri kıpırdamadan oturduğu gibi, halen de derin düşüncelere dalarak öylece oturmuştu. Tam da bu zaman sağ böğrünün uyuşmağa başladığını fark etti. Yerini rahatlamağa çalıştı. Rahatladı. “İyi ki bu yeleği giydim, adam akıllı soğudu hava.”

      Karanlık yavaş yavaş bastırdı, akşam oldu. Civar evlerden, köy meydanındaki postane ve kahvehane taraflarından, yakın uzak yollardan tembel tembel koyun kuzuların melemesi ineklerin mandaların böğürtüleri duyulmaya başladı. Hayvanlar otlaktan biraz geç döndü bugün. Avlu kapılarında “teşrifat” düzeninde bekleşen kadınlar ile çocuklar gelen ineklere, koyunlara şefkatle isim isim sesleniyorlardı; havada uçuşan bu isimlere bazen toz toprak karışarak yakın uzak her şeyi görünmez kılıyor, sonra yavaş yavaş çekiliyordu. Süt sağmaya hazırlanan uzun etekli, rengârenk yazmalı kadınlar ellerinde kovalarla avlularda ortaya çıkıp boy göstermeğe başladılar. Köy derinden soluklanıp sabahın köründe başlayan bu uzun ve yorucu gün ile ebediyen vedalaşmaya hazırlanıyordu; yapılması gereken ufak tefek son işleri bitirebilenler bitirir, daha sonra da parmağını ağzına sokarak uykuya dalan çocuklar gibi yuvarlanıp ağır ağır çökmekte olan akşamın derinlerine gömülüyorlardı. Allı güllü bahçeler, avlular önce gümüşü bir renge boyanıyor, ardından teker teker karanlığa bürünüyorlardı. Bu aralıkta cırcır böceklerinin tekdüze sesinden başka hiçbir şey bu müthiş sessizliği sarsmıyordu. Aslına bakılırsa F. Q. tam da bu zamanı bekliyordu. Köy yaşamından aklında kalan, unutamayacağı bir şey olacaktıysa o da bu akşam vaktinin ta kendisi olacaktı ve bu saatin gerçek tacı da gökyüzünün ve gökyüzünde peş peşe peydahlanan yıldızların zifiri karanlık içinde bu kadar yakında, az kalsın başının tam üzerinde (elini uzatsaydı dokunabilirdi) yer edinmesi olacaktı. Zifiri karanlığın ışık topakları… “Bunlar (yıldızlar) insanlara nasıl da göz kırparak duruyorlar. Sanki cırcır böceklerinin o bezdirici sesi onları çekip bu kadar yakına getirmişti.”

      Ama ne yazık ki F. Q. Karaağaç’ın altında otururken kafasını kaldırıp bu yekpare gökyüzünü göz dolusu seyredemiyordu; ağacın sanki ayaklanıp yürüyecek gibi duran dalları buna imkân vermiyordu. “Olaylar” ileride, dal budakların, sık yaprakların uzanamadığı, ulaşamadığı yerde cereyan etmekteydi; yıldızlar ise gökyüzü ile bir arada aşağıya doğru eğilip düzelip neredeyse köyün belli belirsiz görülebilen ücra bir noktasında, uzak tepelerin üstünde toprağa yapışmışlardı. Bu yıldızlar meclisinin yerleştiği noktayı F. Q. kendi kendine “Olayların Ufku” diye adlandırmıştı. Neden mi? Nedenini kendisi de bilemiyordu. F. Q. Olayların Ufkuna doğru baktıkça baktı (yıldızlar orada – gözlerden uzak bir yerde – sanki ayaklarını yeryüzüne basarak dolaşıyorlardı), göğüs dolusu soludu, havada uçuşan ince hafif elma kokusunu lezzetle ve de olanca gücüyle ciğerlerine çekti: “Neden ve niye insanlardan kenarda ne varsa hepsi bu muazzam uyum içinde var olabilir? Ya biz neden bu uyumun dışındayız, acaba neden kavuşamıyoruz ona?” Böylesine sırlı ve sinirbozucu sorular gelip beynine doldukça kalp çarpıntıları hızlanır, kanı kaynardı; az kalsın ki ruhuyla bedeninin ayrılmaz temasını hisseder ve en şaşılacak olan da şuydu ki bu durumlarda nereden geldiği anlaşılamayan bir acıma duygusu boğazını tıkamaya başlardı. Hatta bir keresinde gözlerinin şefkatten nemlendiğini fark etmiş ve bu F. Q.’ye gerçekten de garip görünmüştü. Ama boşuna… Bunda garip bir şey yoktu. Köye geleli iki ay (aslında iki ay altı gün) olmuştu, bu süre boyunca bir gerilim içinde sürekli çalışmış, hatta eziyet ve meşakkat içinde çalışmış, elinden gelen ve gelmeyen her şeyi yapmıştı ama buna rağmen Çiçekli yazının sırrına bir adım bile yaklaşamamıştı. Elbette bu durum F. Q.’nin huzurunu bozuyor, zaten gergin sinirlerini iyice geriyor, o da yeri geldi gelmedi sinirlenmekten (ama ses semir çıkarmadan, gerçi buna dayanmak daha zordu) kendini tutamıyordu. Kendi acıklı durumuna ayrıca kenar bir gözle de bakmaya alışık olduğundan, aslında kendinden habersiz gözünden çıkıp yanağına kayan gözyaşına şaşırmamamsı gerekirdi. Çok fazla övünerek girişmişti bu işe, şimdi bu da ödülü… Gözyaşı. “Ben ha… Gözümde yaş ha, öyle mi?”

      Gözyaşı yalnızdı. Bu yalnız gözyaşı bir yandan çevrenin, kâinatınen uzak yıldızından ta Karaağaç’ın dalına takılarak yuvasına geç kalan ve sinir bozucu bir vızıltıyla başı üzerinde durmadan dönen arıya kadar tüm çevrenin muhteşem Uyum’u karşısında sözsüz ve aciz bir sitayişten doğduysa, öteki yandan da Çiçekli Yazı karşısında F. Q.’nin güçsüzlüğünü belgeliyordu. Bir damla gözyaşı– sitayiş ve acizliğin kavuştuğu nokta. “Hayır, bu sadece yazı ile ilgili değil, ben biliyorum, o cadının evladıdır bunun nedeni, odur, Afak’tır.”

      Yalnız gözyaşını utangaç bir ifadeyle yanağından silerken, araba kullanarak köye ilk defa geldiği o “coşkulu” akşamı anımsadı. O zaman F. Q. Çiçekli Yazıyla ilgili öylesine bir coşku ve şevkle düşünmüştü ki… Bir ara hatta sanmıştı ki bu köyde hayatı kesinlikle baştan sona değiştirmelidir; unutulması gereken her ne varsa unutmalı, beynini, kalbini, ruhunu hep yazıyla, sadece Çiçekli Yazıyla doldurmalıdır. Düşünüyordu ki, bu gizemli yazıyı hemen şimdi şu an önüne getirseler, içine sığmayan, tüm varlığından aşıp taşan bir ilhamla okur (çözer); onu şehirden buraya gönderenlerin güvenini doğrultur. Önemli olan da budur; inam, güven. Başka hiçbir şey, hiçbir şey önemli değil. Öyle olmadı. Günler günleri kovaladı, ilhamı, coşkusu onu yavaş yavaş terk etti, yerine tereddüt, olasılık, korku gelip doldu içine, orasını kendine mesken belledi. Garip ama F. Q. zaman içinde korkunun yalnız kendisinden değil, onun ne zamansa gelebileceği düşüncesinden de korkmaya, ürküntü duymaya başladı. Afak’la parkta yaptıkları o konuşma ise hiçbir şekilde unutulmadı, unutulamadı. Neler demediler ki birbirlerine… Her sözü bir eşeye yükleseydin taşıyamazdı. “Aslında iyi oldu,

Скачать книгу