Unutmağa Kimse Yok. Kemal Abdulla

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla

Скачать книгу

Her şeyin başı temizliktir. Bir şey istediğinde utanma sıkılma, söyle. De hadi, yol gelmiş yorulmuşsun; eşyalarını bırak, yatağa gir. Yarın sabah konuşuruz. Dinlen. Evet, neyi onun adı, o… Ayakyolu… Bahçededir, terastan inince sağa dön, patika seni oraya götürür. Işığı terastan yakılıp söndürülür.”

      Çoban kalpağının terası uç kolon üzerindeydi; kolonlar tuğladan yapılmıştı. Terasın gagasından kolonların ön tarafına kadar oluklar uzanıyordu. Yağmur suları bu oluklarla akarak, evin arka tarafını ıslatmadan toprağa gitmeliydi. F. Q. evi görünce içinden onu “çoban kalpağı” diye adlandırdı, çok isabetli bir benzetmeydi ama bu küçücük teras Çoban kalpağının simetrisini bozuyordu; çünkü tepesindeki demir örtü bu kalpağın aslında gereksiz olan gagası gibiydi. Çoban kalpağı ve gaga… Üstelik azacık da kaymış bir gaga. Bu gaga yukarıdan bakıldığında uyumuş gibi duran o devin bacakları arasında bir ok gibi girmişti. Evin üzerinde dağın sivri bir kaya parçası gibi öne çıkan (belki de içeri giren) kuzgun gagası ile terasın bu eğiri büğrü demir gagası birbirinden boy ve gösteriş olarak ne kadar farklı olsalar da yine ikiz kardeşler gibiydiler. “Ayakyolunun ışığı terastan yakılır söndürülür.” Terasın bu devasa demir gagası ayakyoluna doğru giden patikanın başlangıcını (ilk adamını) ancak örtebiliyordu.

      Çoban kalpağı sırtını arkadan kazmayla (sanki usturayla) düzgün biçimde yontulmuş, sağlam yekpare bir duvar gibi boy veren Venk dağına dayamıştı; belki bu yüzdendir ki görünüşünde bir rahatlık hatta laubalilik vardı. Başının üzerinde kanat açmış kuzgun kaya (Çiçekli Yazının bulunduğu mağara bu kuzgun gagasının tam karşısında, ortadan geçen patikanın sağ tarafındaydı) bu evin Venk dağının – o uyuyan devin – koruması altında olduğunun bir işareti gibiydi; herhalde böyle de yorumlamak mümkündü. F. Q.’yi adam akıllı şaşırtan şuydu ki, çevreye hâkim olan bu Muhteşem Uyum kendi dışına açık ve aşikâr anlam yüklü işaretler gönderiyordu. “Bütün bu düzen, bütün bu uyum, bu nizam bir işaret değil mi, elbette bir işarettir. Çiçekli Yazı da öyledir. Beni bu beladan kurtarabilse Çiçekli yazı kurtarabilir. Nasıl da kendi ayağımla gelip bu zulmün tam ortasında kaldım? Ah… Ah… Benim işim beladır, bela.” Bir duyan olsa sanırdı ki, Çiçekli Yazıyı kastediyor, ama hayır, bela Çiçekli yazı değildi. Belanın insanca bir adı vardı. Belanın adı Afak idi. Ilık, mülayim, temennasız aşkıyla ona azaptan (aslında bir iç huzurundan mı?) başka hiç ne vermeyen Afak.

      Köye geldiği ilk akşam

      Mübariz Efendiyle tanışlık

      Akşamüzeri hava tam kararacakken muhtarlığa ancak yetişebildi. Araba hırlayarak (“hırp”) sesini hepten öylesine kesti ki sanki bu demir yığınından bir daha hiç ses çıkmayacaktı.

      Tek katlı, az biraz da yamuk gibi görünen (aslında yapımına başlanırken okul binası olarak düşünülmüştü) muhtarlık binasının kapısında üzerine eski ama temiz bir kareli ceket giymiş, uzun burnu ve yüzü gözü ter içinde –yetmiş, yetmiş beş yaşlarında– bir adam durmuştu; sanki özellikle onu bekliyordu. Adam gürültüsü âlemi başına götüren bu garip arabadan çıkan F. Q.’yi meraklı bakışlarıyla inceleyip, eski dostlarmış gibi selamına bir hayli sıcaklıkla cevap verdi ve boynun terini mendille silerek tatlı tatlı konuştu:

      “Merhaba, merhaba, hoş geldin? Galiba uzaktan geliyorsun? (“Şehirden geliyor”). İyi yetiştin, ben de şimdi çıkıp gidecektim. Geri dönelim. Gel, gel, bu taraftan gel.”

      Mübariz Efendi (kapıda bekleyen bu adam elbette köyün muhtarı Mübariz Efendinin ta kendisiydi) yeniden – bu defa F. Q. ile beraber – bu tek katlı binanın koridorunda geriye doğru yürüyerek sağ taraftaki ikinci kapının önünde durdu. Az önce kilitlediği kapıyı açarıyla açtı ve önce ısrarla F. Q.’yi içeri (az kalsın iterek) soktu, sonra kendisi içeri girdi ve sokağa bakan tek pencere azacık açıp pencere önündeki masanın arkasına oturdu:

      “Otur, böyle, buraya otur. Sıcağı görüyorsun, bu akşam çok sıcak var” dedi ve mendili yine yüzüne boğazına sürdü.

      Bu sıcakta böylesine kalın bir ceket giyinen muhtar Mübariz Efendinin uzun burnundan, sağ ayağıyla hafiften aksamasından ve keskin, çok keskin bakışlarından başka akılda kalabilecek, hafızaya kazınabilecek bir özelliği yoktu herhalde. Evet, bir de ısrar etmeği seviyordu. Mübariz Efendi ilk bakışta bir miktar da gizemli bir kişiydi, gizem içindeydi.

      F. Q. sandalyeyi alıp Mübariz Efendinin karşısına oturdu. Sandalye tam ortadaydı, sağda solda hiçbir şey yoktu, etrafın çıplak bir görüntüsü vardı, bu yüzden F. Q. Mübariz Efendinin karşısında bir sanık görüntüsü verdi.

      “Hoş geldin.” Mübariz Efendi F. Q.’yi meraklı bakışlarla gözden geçirerek bir daha içtenlikle selamladı. “Ben Mübariz, köyün muhtarıyım, anlaşılan uzaktan geliyorsun, sana bir yardımım dokunabilir mi evladım?”

      “Hoş bulduk, Mübariz… Hoca… Benim adım F. Q. Size Profesörden selam getirdim, bir de bu mektubu” diye F. Q. elindeki mektubu ona uzattı.

      Mübariz Efendisanki daha bir canlandı, Profesörün adını duyunca bakışları biraz daha yumuşadı, F. Q.’ye neredeyse nevazişle bakmaya başladı. “Evet, o iş için gelmiş, bu da yazıyı okumaya gelmiş.” Yeni ilginç sohbetler, köy şehir dedikoduları, tarihe ve özellikle de eski tarihi köklere götüren tüneller, halkımızın gelenekleri ve bunların unutulma endişesi… Daha neler neler, sorular, sorular, tatlı tartışmalar, muhatapların kıyasıya sıkıştırılması… Ve sonunda elbette ki yine de merhametli Mübariz Efendinin içtenlikle sarf ettiği: “Sizin ne suçunuz var ki, sizin bir suçunuz yok” gibisinden hiçbir anlam ifade etmeyen sözler. Bütün bunların çok yakın bir gelecekte yaşanma ihtimali Mübariz Efendiyi kendisi de farkında olmadan heyecanlandırdı.

      “Selam getiren de sağ olsun, selam gönderen de.” Elinde F. Q.’nin uzattığı mektubun orasını burasını bakışlarıyla inceleyen Mübariz Efendi aniden sert bakışlarını onun tam gözlerinin içine dikip durdu, deminki canlılığı nereye gitti, nasıl kaybolduysa bu defa gayet ciddi bir tavırla sordu:

      “Yazıyı okumaya mı gönderdiler seni de? Çiçekli yazıyı diyorum, okumaya mı geldin?”

      Genç adam: “Ne bileyim, bakalım, inşallah…” dercesine gülümsedi. Mübariz Efendi ise kafasını anlamlı biçimde sallayarak “eveet” diyerek ciddiyetini bozmadı ve mektubu açıp ağır ağır (dudaklarını sessizce oynatarak ve bir hayli ağırdan alarak) içinden okumaya başladı.

      Yol yorgunluğu üzerinden atamayan F. Q. ise Mübariz Efendinin onu böyle (bilerekten mi acaba?) oyalamasının nedenlerini anlayabilmiş değildi. F. Q. Mübariz Efendiyi, Behram Emmiyi Profesörün sohbetlerinden biliyordu. Daha iki gün önce Profesör seyahatle ilgili son talimatlarını verdiğinde: “Mübariz ile Behram çok iyi insanlardır, onlar senin sıkıntı çekmene müsaade etmezler. Behram’ın evinde kalacaksın. (“Madem öyle bu adam ne bekliyor?”). Mağaraya en yakın ev onun evidir. Kendisi de dolu bir adamdır. (“Yeter, kalk ayağa gidelim”). Bu mektubu ise Mübariz Efendiye vereceksin. Ne problemin olsa onları ilgilendirir… Okumak yazmak ise senin işindir. Son ümit olarak artık sadece sen varsın. Bu son ümittir, bu defa da olmazsa… Bir çizik yukarıdan (üstten), bir çizik de aşağıdan (alttan) atacağız… Çiçekli yazının demek ki bizimle bir ilgisi yokmuş. Son ümit sensin, bunu iyice belle.”

Скачать книгу