Unutmağa Kimse Yok. Kemal Abdulla

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla страница 11

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla

Скачать книгу

şimdi…”

      Behram Emminin sesindeki nevazişi akşamüzeri Venk dağının bu avluya “özel olarak” gönderdiği serin esinti gibi hissetmemek mümkün değildi. Sonralar F. Q. dikkat edip gördü, Behram Emmi ciddiyken de mavi gözlerinin dibindeki nurlu tebessüm hiç eksik olmuyordu; gözlerinin dibinde sanki çırayanıyordu.

      Artık her yan karanlıktı. Evin ışığı zayıf olsa da Karaağacın altına kadar aydınlatıyordu. İki dakika oldu ya da olmadı, Behram kişi elinde servis tabağı (sini), tabağın içinde (sinide) çay bardakları evden dışarı çıktı. Terasta kaynayan semaverden (“Semaveri ne zaman ateşledi?”) demliye su aldı, “şimdi, hemen, hemen” diye mırıldanarak getirip “Ufaklık” diye ad taktığı bu kocaman (azman) ağacın altındaki düz kare biçimli masanın üzerine bıraktı tabağı (siniyi).

      Tam iki yıl önce, kendisi azacık şaşırıp kalsa da köy içinde gururlanarak dolaşan Behram Emminin evi de bahçesi de Dil ve Tefekkür Enstitüsü çalışanları tarafından “istila” edilip asıl “askeri karargâh” haline gelmişti. Venk dağının tam göbeğinde, yüz yıllardan beri dağı bir kuşak gibi saran, ömür boyu üzerine basıp geçtikleri patikanın sağ tarafında (sol taraftaki kaya parçası Behram Emminin evinin üzerine uzanan o kuzgun gagası idi) bir mağara bulunmuştu. Mağaranın içinde dört duvar boyunca garip işaretler görmüş ve elbette ki bu işaretler konusunda gereken yerlere bilgiler iletilmişti. Bu bilgiler dönüp dolanıp sonunda Dil ve Tefekkür Enstitüsüne kadar ulaştı.

      Önce Enstitüden birkaç kişi geldi. Mağaraya yakın olması nedeniyle (mağaraya ilk giren kişi de bir başkası değil ta kendisiydi) Behram Emminin evine yerleştiler. İşini gücünü bir günlüğüne bırakan Profesör de kalkıp şehirden buraya gelmişti. İşte o zaman görecektin Behram Emminin gururunu ve Mübariz Efendinin suratının mosmor oluşunu. Ne kadar ısrar etse de Profesör hangi stratejik (bizzat kendisinin kullandığı sözdü– stratejik) gerekçeler yüzündense Behram Emminin avlusundan dışarı çıkmamıştı (belki Behram Emminin yalnızlığı, bu kadar konuksever oluşu hoşuna gitmişti, belki başka bir sebep vardı… Kim bilir?). Profesörün bu kişiye rağbeti açıkça ortadaydı, gece yarısından sonraya kadar devam eden sohbet sırasında ona içini açarak şöyle demişti:

      “Behram, bu yazının okunması çok önemlidir, bunu sana diyorum çünkü görüyorum sen beni anlıyorsun; neyin pahasına olursa olsun onu okumamız lazım… İnan bana bunun için hayatımı bile veririm.”

      Behram Profesörün bu azmine hayran kalmıştı, bu hayranlık yüzünde, gözünde, hareketlerinde, sözlerinde açıkça görülür, hissedilirdi. Behram’ın Venk dağıyla ilgili anılarını ilgiyle dinleyen Profesör “bu adam asıl sır dağarcığıdır” diye düşünmekten kendini alamıyordu. O geceden sonra Behram’a özel bir saygı göstermeğe başladı, köydeki tüm işlerini onun vasıtasıyla ve yardımlarıyla yapmaya karar verdi. Mağaraya yazıyı incelemek için gelenler Profesörün yönlendirmesiyle doğrudan Behram Emminin evine gelmeğe başladılar. İlk konuklar da Behramlarda kaldılar ve mağaradaki yazıların resimlerini çektikten sonra (bu resimler onların üzerinde başka koşullarda, masabaşında, misal şehirdeki Enstitüde çalışabilmek içindi) şehre geri dönünce Behram Emmi avludaki Bozlar adlı köpeğini gizemli bir tavırla alıp mağaranın içinde bir köşeye bağlamıştı zincirle. “Fazla giren çıkan olmasın.”

      Behram Emmi gayet iyi anımsıyor; ilk defa köye gelip bu yazıların kopyasını çıkarırken evinde misafir olan yaşlı ve asık suratlı bir hoca vardı, ona (Cafer Hoca’ya) sabahleyin durup dururken dedi ki, bu desenler sanki çiçektir, çiçek leçekleridir, bu yazı aynen çiçeğe benziyor. Gerçekten de öyleydi. Görünce içinden tam da şunu söylemişti: “Aynen çiçektir bunlar, çiçekli yazıdır bu.” O zaman asık suratlı Cafer Hoca bir söz söylememiş, sanki Behram Emminin dediklerini duymamıştı. Sonradan Enstitü çalışanlarından olduğu bilinen ama kimliği kesin olarak tespit edilemeyen birisinin sözüyle herkes bu yazıyı Çiçekli Yazı olarak adlandırmaya başladı. Önce çok kişi bu yazının isim babalığı iddiasında oldu ama bir şey çıkmadı, çünkü bu ad yavaş yavaş Profesörle ilintilenmeğe başladı. Bundan memnun kalan Profesör ne “evet” ne de “hayır” dedi. Ama suskunluk zaman içinde o kadar anlamlı oldu ki, Enstitü mensupları yavaş yavaş “bu kadar güzel bir adı bu adam koymayıp da kim koyacaktı” gibisinden bir düşünceyle “biat etti” ve böylece Profesör bu yazının isim babası oldu. Aslında Behram Emmi de bunu Profesör köyden ayrıldığında bavuluna koyduğu çiçek bal gibi helallik ve açık yüreklilikle kabul etti.

      Yazının adı gerçekten cuk diye oturmuştu, yazıdaki (bunu yazının kopyasını çıkaranlar söylüyordu)işaretler, gerçekten de çiçek leçeklerini anımsatıyordu; her işaret bir leçekti. (Behram Emmi bu adı nereden bulmuştu, kendisi de anlamıyordu). Leçeklerin sayı değişiyor, çiçeklerin uzunluğu kısalığı, inceliği kalınlığı değişiyordu, ama yine de her işaret bir çiçekti, başka bir şey değildi… Zaman zaman çok ağır kokular salgılayan mağaranın pürüzlü, girintili çıkıntılı taş duvarına boydan boya kazınmış renksiz birer çiçekti, uzunca bir çiçek çelengiydi.

      Şehirde ise olaylar hızla gelişmekteydi.

      Gizemli Çiçekli Yazıyı okuma işine ilk başta Enstitünün bu işe heves eden tüm çalışanları aynı zamanda girişti. Bu çok sessiz, gürültüsüz, bazen gizli, sanki kendiliğinden gelişen bir süreçti; araştırmalara komşu Enstitülerin aksakallı ve karasakallı mensupları da katıldı. Tarih Enstitüsü ile Arkeoloji Enstitüleri ise özel bir gayret sarf etmekteydiler. Konuyla ilgili gelişmeler arapsaçına dönmüştü.” Her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonunda Profesör bu gürültüden, bu dedikodulardan yorulunca bir karar aldı; Çiçekli Yazıyı ayrı ayrılıkta değil herkes bir arada ortak bir gayret ve irade sergileyerek okumalıdır. (Böyle bir kararı alma hakkı vardı, çünkü Çiçekli Yazıyla ilgili ilk bilgiler ona rapor edilmişti; buradan da Çiçekli Yazıyı öncelikle Dil ve Düşünce Enstitüsü’nün bulduğu yönünde bir sonuç çıkmaktaydı).

      Başka bir çıkar yolları kalmadığı için tarihçiler bu öneriyi kabul ettiler ve bir de ek öneri getirdiler. Bu ek öneriyi ilk başta olmasa da sonunda profesör de (herhalde daha önceki iki okuma girişiminin başarısız olması onun pozisyonunu sarsmıştı) kabul etmek durumunda kaldı. Ek öneri şöyle özetlenebilirdi; Yazıyı okuma hakkını elde edebilmek için iddia sahibinin önerdiği yöntem adı geçen enstitülerin (Yazma Eserler Enstitüsü az kalsın unutulmuştu, oysa onlar da işin içindeydi) Birleşik Bilim Kurulu’na sunulacaktı. En fazla takdir alan ve kabul gören önerinin sahibi ancak böyle bir tartışma sonrasında ortak bir karar çerçevesinde yazıyı yerinde incelemek (kopya çıkarılırken bazı yanlışlar yapılmış olabileceği söz konusuydu) ve okuma çalışmalarını yapabilmek için köye gönderilecekti. Kendi geliştirdiği yöntemi konusunda Bilim Kurulunda çok kişi sunum yaptı. Birleşik Bilim Kurulu toplantıları enstitü başkanlarının katılımıyla yapıldı. Sunum ve tartışmalar gerilimli (ilgi, merak, hırs, sertlik vs.) geçti. Her iddiacı kesin kazanmak ümidi olmasa da, en azından “kendini göstermek”, bilim ideallerine “çıkar gütmeden” hizmet ettiğini bir daha sergilemek için elinden geleni yaptı. Bu tartışmalar sonrasında son söz ise hep Profesör tarafından söylendi. Profesörün özel bir sempatiyle yanaştığı, “Çiçekli Yazı tanımlamasını ilk defa Profesörden duydum” sözünün sahibi F. Q.’yi içtenlikle ve özel bir gayretle desteklemesi, Bilim Kurulu üyelerinin de uzun tartışmalar ve danışmalar sonrasında onu seçmelerine neden oldu. F. Q.’nin önerdiği yöntem aslında çok sadeydi (hatta

Скачать книгу