Unutmağa Kimse Yok. Kemal Abdulla

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla страница 13

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Unutmağa Kimse Yok - Kemal Abdulla

Скачать книгу

balta darbelerine inatla direniyor, eğiliyor, yaralanıyor, kırılıyordu. Ama bir yerlerden, yukarıdan aşağıdan çıkan yeni kalın sürgünleri dikenli kollarıyla Behram Emminin yüzüne gözüne sarılarak (ki takkesini iki kere kayıp yere düşürdü) sanki onu kucaklamak istiyordu. Çok uğraştı, sonunda bir kişinin sığabileceği kadar bir yol açtı. Artık mağaraya cesaretle girebilirdi. İçerisi önceki (dünkü) gibi zifiri karanlık değildi. Mağaranın çalılıklardan arındırılan girişinden ışık topağı, kendini suçlu bilen hasretliler gibi içeri nasıl sokulduysa burada artık nasıl derler göz gözü görmeğe başladı.

      Mağara ne büyüktü ne küçük; beş altı adım uzunluğu ondan bir kadar az genişliği vardı. Rahat edemeyen Bozlar sürekli etrafı koklamaya başladı. Zayıf bir nem kokusu dışında başka koku yoktu. “Hayır, sıradan bir mağaraya benzemiyor burası. Ama yakın zamanlarda insan ayağı değen bir yere de hiç benzemiyor. Ama yine de… Masum bir yer değil burası.”

      Var böyle canlı varlıkların ayağı değmeyen mağaralar. Venk dağında da vardı onlardan. Behram Emmi zaten dağın başından eteklerine dek her nar varsa – kayalıklar, uçurumlar, mağaralar – tamamını kendi bahçesi kadar iyi biliyordu. Belki de kendisine bir yerlerden bir taş parçası getirip verseydiler, gözleri kapalı parmakları arasında inceleyip hangi kayanın hangi mağaranın taşı olduğunu şaşmadan söylerdi. Ama burası farklı bir yerdi. Burası hem tanıdığı bir yerdi, onlardan birisiydi, hem de değildi. Ana ne işse bu mağara daha önce Behram Emminin hiç hoşuna gitmedi. Kulak çınlatan korkunç bir sessizliği vardı. Aniden duvarda bir şeylere takıldı Behram Emminin bakışları; orada nakışlara benzeyen işaretler olduğunu fark etti. Dikkatini topladı, yakına geldi.

* * *

      Behram’ın az kalsın zorla mağaraya sürükleyip getirdiği Mü-bariz Efendi mağaranın taş duvarı boyunca zarif nakışlar gibi yan yana dizilmiş garip işaretleri görünce, durumu anladı; mesele düşündüğü gibi değildi, bir hayli ciddiydi. Bu yeni bulunan mağara konusunda kesinlikle ilçe merkezine bilgi vermek gerekirdi. Öyle yaptılar.

      Bundan sonra yaşananlar bir film şeridi gibi hızlandı. Beklenmedik bir şekilde mağara köy halkının dikkatini çekti. Herkes gelip bu işaretleri kendi gözleriyle görmek istedi. Bir hafta sonra köyü dolduran Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanları ise köylülerin yanında birbirileriyle konuşurken (onlara duyura duyura): “Sonunda bu halkın da tarihi bulundu, açığa çıkarıldı, şimdi bunu okuduktan (onlar ‘deşifre etmek’ tabirini kullanıyorlardı) sonra bütün dünya bilecek, biz kimiz, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz.” Bu sözleri dikkatle dinleyen bazı köylülerin merakı kamçılanıyordu, ama onlar hâlâ bu garip nakışların bir yazı gibi okunabilmesine değil inanmak, hatta bir bakıma komik buluyorlardı. “İşaretler ne kadar okunmaz olursa” bunu uzmanlar söylüyordu “demek ki tarihi de bir o kadar eskidir. Biraz bekleyin, göreceksiniz Venk dağı, Venk köyü böylece dünyanın en ünlü tarihsel mekânlarından birisi olacak.” Köyde herkes mağarayla yatır mağarayla kalkıyordu. Her evde, kahvehanede, postanede, Radyo meydanında, sözün kısası her yerde herkes mağarayı tartışıyordu. “Bu ne yazısıdır, tarih bize ne diyor, ne demelidir vs. vs.” Sert çakırdikeni çalılıkları kısa süre içinde moda haline gelerek bahçelerin çitlerine eklenmeğe başladı (gidip dağdan kesip getiriyorlardı). Hatta bir ara gizemli bir söylenti de yayılmadan önce ana rahmindeyken öldü: “Mağaranın ruhu var.” Bunu bir kere birisi söyledi ama yaşlısı genci herkes buna güldü ve kimse inanmadı. Ama söz suda batan cinsten bir söz değildi ve bir süre sonra başka bir yerde yeniden ortaya çıktı.

      Mağarayı az kalsın buluşma yeri yapmak isteyen köy gençleri ile öğretmenler (onlar ise sadece öğrencilerin buraya gelmelerini istiyorlardı) Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanlarının ısrarı üzerine bir daha mağaraya yaklaştırılmadı. Meselenin bayağı bir ciddi olduğunu herkes hissediyordu artık.

      Arada bir ilçe merkezinden makam sahibi kişiler mağaranın girişine kadar gelir, orasına burasına bakır, sonra Kuzgun Gagasından aşağı köyü seyredir, ama Mübariz Efendinin ısrarlarına rağmen mağaraya girmezlerdi. Sanki yüzü taş kesilen Behram Emminin dilsiz itirazını hissediyorlardı. Ya da başka bir şeyden mi çekiniyorlardı? Bu arada köyde bir cenaze de kaldırıldı. Gulamhüseyin öğretmen ölmüştü.

      “Artık beklemek doğru olmaz.” Behram Emmi sabah erkenden Bozlar’ı alıp mağaranın bir köşesine zincirledi. Bozlar henüz ufacık enikliğinden beri Behram kişideydi, onun bahçesinde büyümüştü. Bozları ona Venk dağının öteki tarafındaki köyden dostu Medet kirve getirip hediye etmişti. Behram Emmi Bozları seve seve “maralım” diye hitap ederek beslemişti, hizmet etmişti; birbirlerine çok ısınmışlardı, şimdi onu alıp mağaraya zincirledikten sonra (“Böyle gerek, maralım, böyle gerek”) geri dönmeğe ayaklarını ikna edemiyordu. Gözlerinin köpeğin par par parlayan gözlerine sataşmamasına çalıştı. Ne görebilirdi ki? Bozların ona dikilen gözlerinde sadakatten ve aydınlıktan başka hiçbir şey göremezdi.

      Köye geldiği ilk gece

      Behram Emminin evi

      Mübariz Efendi Ufaklığın altında bir süre oturduktan sonra (sürekli oradan buradan konuştu; Enstitüden gelenler öyle, yazıyı okumak isteyenler böyle… Sonunda herksin yorgun olduğunu, misafirin gözlerinin neredeyse yumulduğunu ve onu “kibarlık olsun diye dinlediklerini anladı) açıkça görülen bir çaresizlikle ve içinden bunu hiç istemeyerek ayağa kalktı, bir büyük edasıyla yüzünü F. Q.’ye tuttu:

      “De hadi, ben gideyim” dedi, “sen de dinlen artık, o kadar yol geldin. Yarın gelirsin muhtarlığa, konuşuruz, bakalım ne yapabiliriz, neyi yapamayız?”

      “Bakalım ne yapabiliriz?” Ne yapacağız ki? Bu adam galiba yakamdan düşmeyecek. Bakarsın yazıyı da benimle birlikte okumak ister.”

      Evden çıktılar. Avlu kapısına doğru giderken: “Arabayı merak etme. Aklına bir şey getirme. Buralar tekindir. Arabana yan gözle bakan birisini arasan da bulamazsın” dedi Mübariz Efendi.

      Evden çıktılar. Avlu kapısına kadar sustu Mübariz Efendi. Kapıdan çıktığında ise kaygılı bir ses tonuyla sordu Behram Emmiye:

      “Bir ihtiyacın var mı? Yarın göndereyim mi Tükez’i?”

      “Herhalde benim burada kalmamla ilgili ‘bir şeyler lazım mı, para veya erzak olarak yardımım dokunabilir mi’ demek istedi” aklından geçti F. Q.’nin.“Peki bu Tükez kim?”

      “Hayır, bir şey gerekmiyor, hiçbir eksiğim yok, sen merak etme” Behram Emmi de aynen onun gibi ciddi ama azacık gülümseyerek yanıtladı soruyu. “Ay gidi seni Mübariz, gidi seni.” Bir türlü gidemeyen Mübariz Efendi daha sonra F. Q.’ye dönerek:

      “Bak oğlum, Behram ne derse öyle yap. Mağaraya yalnız girme!” Gözleri velfecri okuyan Mübariz Efendi tam kapıdan çıkarken dönüp de bu ciddi sözleri ona söylediğinde, F. Q.’nin yarın muhtarlığa “danışmak için” gelmeyeceğini artık biliyordu (içine doğmuştu).

      Yüzünde sabırlı ve halim bir tebessümle “tamam, tamam, merak etme” diyerek Behram Emmi Mübariz’in arkasından kapıyı kapattı ve F. Q. ile beraber Ufaklığın altına geri döndü. Mübariz Efendi gittikten sonra sanki avlu genişlemişti.

      Bir bardak daha bu çaydan içer misin? Bir şey de yemedin”

Скачать книгу