Türk Kimliği. Ayvaz Gökdemir

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk Kimliği - Ayvaz Gökdemir страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türk Kimliği - Ayvaz Gökdemir

Скачать книгу

bu Hitit mitit iddiâları da bu iyi niyetli fakat hatalı kavrayıştan, daha doğrusu samîmî bir telâşın uyandırdığı, zandan doğdu.

      Batı âlemi ile kaynaşabilmek, dostluk ve ittifak bağları kurabilmek için de kökümüzün ve kültürümüzün onlarınki ile aynı olması gerektiğini zannedenler çıktı. Hâlâ da var.

      Batı’ya hayran olduğu ve kendi kökünden utandığı için uygun ve utanılmayacak bir kök arayanlar, “Türkiye” diyebilmek için Anadolu’nun bütün târihine ve Anadolu toprağının bütün kültür tabakalarına sâhib olmamız gerektiğini düşünenler; Batı dostluğu için onlarla akrabalık hısımlık peşinde olanlar… İşte, Anadolu medeniyetleri ve kültürleri, iddiâsının kaynağı ve başlıca iyi niyetli sâikleri bunlar.

      Bunların hepsi de “Târihi istediğimiz gibi inşâ edebiliriz; kültürü, keyfimize göre temellendirebilir, yeniden icad edebiliriz.” zannetmek gibi fecî bir yanılgı içindedirler. Hâlbuki târih ve o târih içinde binlerce yılda oluşan millî kültür, sübjektif ferdî takdirlerle yeniden icat ve inşâ edilemez. Bunlar neyse odur. Târihi ve kültürü keşfetmek, bilmek, anlamak, açıklamak, yorumlamak ve günün şartlan içinde ikmal ederek geleceğe devretmek bahis konusu olabilir. Ama şahısların keyif ve arzusuna göre târih ve kültür olmaz. Târihi, keyfî bir şekilde değiştirmek, millî kültürü ve bütün bir millî hayâtı kudret sahiplerinin isteğine göre icad edilebilir bir şey zannetmek, Türk devrimci ve ilericilerinin en temel idrak hatasını teşkil eder. Kültür devrimciliğinde bizimkilerin hızı ve cür’eti, Rus ve Çin ihtilalcilerinden ileridir. Ciddî ve müsbet mânâda muvaffak olamayışlarının hep menfi, hep yıkıcı ve bozucu rol oynayışlarının sebebi budur.

      “Türkiye vatanımızdır.” diyebilmek için, “Türkiye’nin meşrû sâhibi ve maliki Türk milletidir. “ diyebilmek için, 1071 ila 1990 arasındaki 919 senelik târih ve bu târih içindeki Türk varlığı bizce kâfidir. Hayır, kâfî değildir, diyen varsa, buyursun, bedelini ödesin ve alsın! Vatanımıza sahabet ve vatan bütünlüğümüzü muhafaza için döktüğümüz ve dökmeğe hazır olduğumuz kanlar, millî kültürümüz, devletimizin bugünkü kudreti, “Huda’nın ebedî serhaddi olan îman dolu göğüsler” dışında dayanak ve teminat aramak beyhûdedir. Bu vatanı bizden almak isteyen ve buna gücü yetebilecek bir düşman varsa, onu Lidya, Ligya, Frigya, Pamfilya, Kapadokya, Kilikya, Gordion, Efes, Hattuşaş, Hitit, Kadîm Yunan, Pers, Bizans isim ve hatıralarına sığınarak durdurmanın imkânı yoktur.

      İbretle üzerine düşünülmelidir ki, Yahudi’nin yerinden söküp vatansız bıraktığı Filistinli Araplar, üzerinde yaşadıkları ülkenin 2000 yıllık sâhibi idiler. Sırf târihî kıdemle ülkeleri tasarruf ve ülkelere mâlikiyet kaide olsa, birçok milletin ve meselâ bütün Amerika kıt’asında yaşayan Latin ve Anglo-Sakson kökenlilerin, halen vatan saydıkları topraklardan çekilmeleri gerekirdi!

      Dostumuz ve müttefikimiz Avrupa’ya sevimli ve yakın görünmek için de kanaatimizce böyle bir makyaja ihtiyaç yoktur ve Esâsen hâsıl edilmek istenen netice için bu makyaj yetmez. Çünkü böyle bir makyaj, Türk milleti için olsa olsa bir maskara makyajı olabilir! Bu da yazıktır. Türk milleti gibi büyük târîhî bir milleti, hangi niyetle olursa olsun, küçük ve gülünç düşürmeğe kimsenin hakkı olmasa gerektir.

      “Türkler, Hektor’un, Tek Gözlü Aşil’in, Truvalı Helen’in veya Kleopatra’nın torunlarıdır!” demek, ne düşmana set ve engel ne de dosta, dostluğa köprüdür.

      İnsanlar, soylarını müzayededen antika eşya satın alır gibi alamazlar.

      Kaldı ki biz, hamdolsun, soylu soplu, soyu sopu belli bir milletiz. Kendimize cici babalar, cici anneler bulmaya, yeni kökler icad etmeye muhtaç değiliz. Anamız da babamız da belli: Selçuk oğluyuz biz, Osman oğluyuz! İstenirse daha ince ve detaylı da sayar dökeriz. Ama kısaca, Oğuz-Karahan nesliyiz! Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın devamı ve meşrû vârisi olarak bu vatanın sâhibiyiz.

      Kökler Asya’da

      Biz Orta Asya’dan geldik. Yahya Kemal’in:

      Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan,

      Bir bir dağıldık Diyâr-ı Rûma Sakarya’dan.

      dediği milletiz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Malazgirt ovasına ayak bastığımız anda bir millî kimliğimiz ve o kimliğin gerisinde 1300 yıllık bir târîhimiz vardı. O kimlikle ve o târihin gücü ile bu vatana sâhib olduk ve bin yıldır o kimlikle devam ediyoruz. Her mekândan, her kültürden aldığımız verdiğimiz var; alış verişte ölçüyü kaçırdığımız, aşırı gittiğimiz de oldu; fakat maya aynı, pota Türk kültürü. Son derece aşırı gitmiş bir Fars tesiri, din yoluyla, mukaddesatla birlikte gelen Arap tesiri bile nihâî olarak Türk kültürünün özgün karakterini ortadan kaldıramamıştır.

      Ne Selçuklu Türkiyesi’nde, ne Beylikler döneminde ne de Osmanlı Türkiyesi’nde, Türklerle Türkler gelmeden önceki Anadolu kavimleri arasında kitlevî kaynaşmalar söz konusudur. Yoktur böyle bir kaynaşma. Bir imparatorluk anlayışı içinde, sosyal tablo bir mozayiktir. Belli bir statü içinde düzeni bozmadan herkes kendisi olarak yaşayıp gelmiştir.

      Bir bakıma da, muayyen temas noktalan dışında, gruplar yan yana ve iç içe oldukları hâlde, birbirinden tecrit edilmiş (soyutlanmış) gibi yaşamışlardır. Bilhassa din ayrılığı, kitlelerin karışıp kaynaşmasının çok büyük ve başlıca engelidir. Gerek Müslümanlarda, gerek Hristiyanlarda toplumlar din merkezlidir. Bütün gruplar için zihniyetlere, tutum ve tavırlara ümmet anlayışı hâkimdir. Türk idaresi de kimseyi dininde, inancında zorlamadığı, düzenin genel çerçevesi içine alıp itaat ve ahengi sağladıktan sonra, kimsenin kavmî yapısına karışmadığı için, akla gelen tarzda kitlevî bir kaynaşmaya lüzum da hâsıl olmamıştır. Binaenaleyh, bugünkü Türk milleti, Anadolu kavim ve kültürlerinin basit bir halitası ve uzantısı değildir. Zâten biz Anadolu’ya geldiğimizde, isimlerini bugün yeni öğrendiğimiz, eserlerini arkeolojik kazılar vasıtasıyla son yüz senede tanımaya başladığımız kavimlerden de kimse ile karşılaşmadık, Onlar çoktan mâzînin küllerine karışmış, âlem-i nisyânda kalmışlardı.

      Müslüman etnik gruplara gelince; onlar, etnik özelliklerini muhafaza etmek suretiyle bir millet sayılmış ve birbirine açık topluluklar olarak yaşamışlardır. Aynı siyâsî otorite altında, aynı siyâsî birlik çerçevesinde, aynı mukaddesleri paylaşarak ve bir millet sayılarak, birbirine açık toplumlar hâlinde yaşayan bu gruplar arasında, bu bin yılda elbette kan karışması, soy kaynaşması da, müşterek bir kültür dokusu ve tecânüsü de meydana gelmiştir.

      Gönüllü ihtidâlar yoluyla mahdut ve münferit Türkleşmeler de olmuştur. Saray, Enderun, Yeniçeri Ocağı yolundan çok küçük yaşta alınıp son derece muhkem Türk terbiyesi verilerek Türkleştirilen fertler ve onlardan yürüyen aileler de târihimizin ve sosyal yapımızın bilinen gerçeklerindendir. Ancak, son derece normal sayılması gereken bu hâlin içinde yeni bir millet oluşumu yoktur. Türk kültürüne ve sosyal varlığına katılmalar bahis konusudur. Nüfûsumuza yeni nüfus eklenmiş demektir. Bugün Almanya’dan ve diğer Avrupa ülkelerinden gelin getirmek gibi.

      Bu tarz oluşumlar, imparatorluk kurup yönetmiş bütün büyük ve medenî milletlerde görülür. Kaldı ki bizim düzenimiz içinde

Скачать книгу