Kefensiz Gömülenler. Yusufoğlu Şükrullah

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kefensiz Gömülenler - Yusufoğlu Şükrullah страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Kefensiz Gömülenler - Yusufoğlu Şükrullah

Скачать книгу

de tıpkı bir masal dinler gibi dinlemek de mümkündür. Fakat hapishanelerde parça parça olan olan bu yürek, tamamen yıpranmış olan bu sinirler, acaba uğradığı iftira ve hakaretlerin azabını şimdi tekrar hatırlamaya tahammül edebilir mi?!

      GÖZLERİ BAĞLI ADAM

      Adam öldürmekten, hırsızlık etmekten dolayı veya herhangi başka bir suç işleyip de tutuklanan birinin hâlini tasavvur etmek mümkündür. Fakat hiçbir şeyden haberi olmayan ve tamamen masum olan bir adamı evinden ellerine kelepçe vurarak götürüp hapsetmek, kuru bir iftira kimin aklına gelir ve bunun hangi kitapta yeri var?!

      1951 yılında yayınevinde yazar olarak çalışıyordum. Hiç tanımadığım bir adam, işten çıkmak üzereyken telefon ederek, sizin hayranlarınızdan biriyim, sizinle görüşmek istiyorum, dedi. Vaktin geç olduğunu ve şimdilik buna imkânım olmadığını söyleyip yazarlık mesleği hakkında başka bir zaman da görüşmenin mümkün olabileceğini belirtmeme rağmen nihayet beş dakikacık vaktinizi alacağım, yakın yerdeyim, yerinizdeyseniz hemen gelirim, dedi ve benim cevabımı dinlemeden telefonu kapattı. Aradan çok geçmeden yayınevi memurlarından birisi, dışarıda yabancı bir adamın beni beklediğini ve gelmemi rica ettiğini söyledi. Çıktım.

      Yabancı adam sırıtarak selâm verdi. Etrafı kaçamak gözlerle süzerek beni kenara çekti.

      – Ben askerlik şubesinden geliyorum, askerlik belgeniz yanınızda ise görmek istiyorum, dedi.

      Barış zamanında böyle bir sözün insanı şaşırtması tabiîdir, elbette bu söz beni de hayrete düşürdü.

      Gerekmediği zamanlarda bu belgeyi yanımda taşımadığımı söyledim. Fakat adam ısrar ederek evinizde de olsa görmem lâzım, dedi. Bu, o yıllardaki “avcı”ların âdetiydi.

      Aşağı indik. Sokakta gazlı araba bekliyor. Arabada uzun boylu bir de Rus vardı. O sırada ellerime kelepçe vuruldu mu, vurulmadı mı, pek hatırlamıyorum, eve geldik. Askerlik belgemi görmek istediler. Evde kimin olup olmadığını tespit ettikten sonra, hiç kimsenin hiçbir yere kıpırdamaması gerektiğini belirttiler. Benden de evde silâh ve yasak siyasî kitaplar olup olmadığını sorduktan sonra arama yapacaklarını söylediler. Ben ne diyebilirdim ki! Eğer birisi yasak kitaplar bulundurduğuma dair bir bilgi verdiyse, böyle şeylerin bende bulunmadığından emin olmak için bakarlarsa baksınlar diye içimden geçirdim. Acaba halk düşmanı olarak tutuklanıp hapsedilen Ekmel İkramov, Feyzullah Hocayev, Abdullah Kâdirî, Çolpan39 ve Osman Nâsırların kitapları, hatta onların adlarının geçtiği gazete ve dergiler çıkar mı ümidiyle inceden inceye aradılar. Hatta babamın ve akrabalarımın 1920-30’lu yıllarda Avrupaî kıyafetle çekilmiş fotoğraflarına kadar her şeyi topladılar. Daha sonra öğrendim ki, bütün bunları Ceditçilerle alâka kurmak düşüncesiyle almışlar. Hatta benimle birlikte orta ve yüksek okullarda okuyan dostlarımın, mahalle arkadaşlarımın ve bütün tanıdıklarımın savaştan gönderdikleri fotoğraflarını bile aldılar. Evdeki bütün eşyaları her tarafa saçıp savurarak arama yapıyorlardı. Hiçbir şeyden haberi bulunmayan dört yaşındaki küçük oğlum ise o sırada onlara benim yazdığım “Kremlin Yıldızları” adlı şiirimi okuyordu.

      Arama sırasında şahitlik etmek için çağırılan komşu kadın, babasının âkıbeti meçhûl olduğu için mi, yoksa bana acıdığı için mi, küçük çocuğu bağrına basarak hüngür hüngür ağladı.

      Ben ise evimde yasaklanmış herhangi bir şey bulunmayacağından emin olarak rahattım. Fakat bu rahatlık uzun sürmedi. Arama bitince, beni götüreceklerini söylediler. Nereye, niye, açık bir cevap vermediler. İsterseniz, ihtiyaten yorgan, yastık ve giyecek eşyası alabilirsiniz, dediler.

      Hanım, çoluk çocuk ve evde bulunan komşuların feryat figanları arasında onlarla beraber gittim.

      Başıma gelen felâketler, yıllarca sürecek ayrılık ve kara günler, işte o an başladı. Fakat önümdeki yol, benim için tıpkı gözü bağlı bir insanın önündeki yol gibi karanlıktı.

      KGB hapishanesinin tek kişilik hücresine atılışımın üstünden günler geçti. Hapsedilişimin ertesi günü saçımı kestiler. Bu da uğursuz bir haberin, yani bu kodesten kısa zamanda çıkmak ümidinin sona erdiğinin bir işaretiydi. Nitekim bunu doğrularcasına adımın yazılı olduğu küçük bir tahta plâkayı göğsüme asarak fotoğrafımı çektiler. Kendi kendimi asıp boğmayayım düşüncesiyle kemerimi, hatta damarlarımı kesmeyeyim diye pantolonumdaki ve bütün elbiselerimdeki düğmeleri koparıp aldılar.

      Tutuklanışımın kaçıncı günüydü, hatırlamıyorum, nöbetçi, kaldığım hücrenin demir kapısındaki delikten adımı seslenerek hazırlanmamı emretti.

      Hazırlanıp bekledim. Kapı açılıp da çıkmamla birlikte nöbetçi tepeden tırnağa – güya ben bir şey saklıyormuşum gibi – her tarafımı aradıktan sonra:

      – Ellerini arkaya uzat, yolda konuşma, yürü dediğim zaman yürüyeceksin, dur dediğim zaman da duracaksın, deyip buradaki usûlü anlatarak beni bir yere götürdü. Bu tehdidin altında, bugünden itibaren bütün insanlık haklarından mahrumsun, kimliğini şimdilik unut, mânası yatıyordu.

      Peki, beni nereye götürecek? Yine başıma neler gelecek? Bunları sadece Allah biliyordu.

      Nöbetçi, beni sorgu memuru Suhanov’un odasına soktu. Suhanov, sahte bir yakınlık gösterip, – Durumun nasıl, diye sordu sırıtarak. Bu “yakınlığı” açık bir alay mânasında anlamak lâzımdı.

      Bugünkü sorgulama, âdeta doğduğum günden bugüne kadar bütün yaptıklarımı hatırlatmak istercesine hayat hikâyemden başladı. Doğduğum yıldan başlayarak anne ve babamın kimler oldukları, ne zaman doğup ne zaman öldükleri, akrabalarımın kimler oldukları, tutuklanıp tutuklanmadıkları, başka ülkelerde bulunup bulunmadıklarına varıncaya kadar her soruya cevap verdim. O da uzun uzun bir şeyler yazdı. Nihayet yazdıklarını okuyarak imzalamamı istedi. İmza atmadan önce okudum ve hayretten dona kaldım. Doğduğum yıldan başka hemen hemen bütün ifadeler bozulmuş, benim söylemediğim şeyler ilâve edilmişti.

      Baban kim, sorusuna babam da, sülâlem de hekimlikle meşgul, diye verdiğim cevabım, babam dindar, dinî mektep muallimi, ben kendim Sovyet karşıtı propaganda ile meşgulüm, şeklinde yazılmıştı. Acaba benim hayat hikâyemi bozarak yeniden yazmalarının sebebi ne olabilirdi? Bundan gözetilen yegâne maksat, bütün sülâlesi ile Sovyet düşmanı yaftasını boynuma asmaktan ibaretti. O sıralarda, bilhassa, dindar mı tamamdır, Sovyet düşmanıdır, şeklinde anlaşılıyordu.

      Ben imza atmaktan kaçındım. İşte o günden itibaren akı kara ve işlemediğim suçları işledi diye göstermek, tehdit, hakaret ve yalanlar başladı.

      Bu hakaret ve işkencelerden kurtulmanın tek bir yolu vardı, o da saçımın telinden tırnağıma kadar Sovyet devletine düşmanım, milliyetçiyim, diye yazıp vermekti. Bu da kendi kendimi ölüme mahkûm etmekle aynı şeydi.

      Buna kim razı olur?! Ya razı olmazsan? Hücreye atarlar. Hücre nasıl olur, biliyor musun? Yattığın yer beton. Her gün yediğin bir kepçe yavan darı aşı veya sulu lâpadan da mahrum edilerek iki yüz gram ekmek ve su ile gün geçirirsin. Aylarca uyutmayabilirler. Evinden getirilen yiyecek-içecekten de, mektup ve haberden de mahrum edilirsin. İstedikleri kadar hakaret ve işkence etmeleri

Скачать книгу


<p>39</p>

Abdülhamid Süleymanoğlu Çolpan (1897-1938): Ceditçi şair ve yazar. Şiir kitapları: Uyğanış (1922), Bulaklar (1924), Taŋ Sırları (1926), Koşuklarım (1935), Saz (1935). Piyesleri: Yarkın Ay (1920), Çopan Sevgisi (1922), Çöriniŋ Kozğalışı (1922). Roman: Keçe ve Kündüz (1936). Cedit dönemi Özbek şiirinin en tanınmış şairi olan Çolpan, 1937 yılında halk düşmanı olarak tutuklanmış, 1938 yılında da kurşuna dizilmiştir.