Kefensiz Gömülenler. Yusufoğlu Şükrullah

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kefensiz Gömülenler - Yusufoğlu Şükrullah страница 11

Жанр:
Серия:
Издательство:
Kefensiz Gömülenler - Yusufoğlu Şükrullah

Скачать книгу

Gardiyan benim ne ile meşgul olduğumu biraz gözetledikten sonra kapının küçük deliğini açıp adımı soyadımı sorup eşyalarımla çıkmak üzere hazırlanmam gerektiğini bildirdi.

      Hayırdır inşallah, beni eşyalarımla birlikte nereye götürmek istiyorlar! Evimden alıp getirirlerken bazı şeyler sorulacak, eğer suçun yoksa yarın, öbürgün serbest bırakabilirler, biz bir şey diyemeyiz, demişlerdi. Yoksa, dedikleri gibi eve mi gönderecekler?! Ey, Tanrım!

      Fakat sorgu memurunun, buraya suçu olmayan insanlar gelmez, sözünü hatırlayınca bütün ümitlerim söndü. Öyleyse şimdi beni nereye götürecekler? Evden getirdiğim yorganımı yastığımı ve diğer eşyalarımı toplarken birdenbire içim dolarak gözlerimden yaş boşandı: Zavallı karımın altı yaşından beri tıpkı benim gibi yatak yorgan taşıdığı gözümün önüne geliverdi. Kaderimizin zavallılığına ağladım. Onun tren tren, nehir nehir gezip sürgünde karşılaştığı sıkıntıları, talihsizlikleri aklıma geldi ve kendime değil, zavallı masum karımın kaderine ağladım. Gözümün önünden onun talihsizliklerle dolu geçmişi değil, facialarla dolu bugünü ve geleceği geçmeye başladı. Maalesef geleceği de, geçmişi gibi kara olacak!

      Karımla evlenmeden önce tanışıp da güzel bir düğün dernek, çoluk çocuk, analık-babalık söz konusu olunca, gözlerinde acıklı yaşlarla nice yıldan beri anne ve babasının sağ mı, ölü mü olduklarına dair bir haber alamamış olmasını, altı yaşından beri uğradığı haksızlıkları, garipliklerini, müthiş sıkıntılarını anlatırken, onu dinleyen insaf sahibi birisi hiç bu hayattan memnun olur mu? Devamlı oradan oraya göçmek mecburiyeti… Gariplik… Yeni mezar…

      KARIMIN HİKÂYESİ

      1931 yılı, yaz mevsimi. Ben altı yaşımda bir kızcağızdım. Bizi kulak saydılar. Aramalardan sonra ev-bark, mal-mülk, ne varsa müsadere edip babamları bir yerlere götürdüler.

      Aradan yirmi gün kadar geçince, erkeklerin Ukrayna’ya gönderileceklerini, kadınların ise eğer kocalarıyla birlikte gitmeyip de çocuklarıyla kalmak isterlerse, kalabileceklerini ilân ettiler. O zaman halkın arasından imdat sesleri, feryatlar yükseldi. Annem, ben çocuklarımı babaları sağken yetim bırakmam, kocamı nereye gönderirseniz ben de çocuklarımla birlikte giderim, ne kadar azap ve işkence dolu olursa olsun, beraber katlanırım, diyerek yalvardılar. Bazı aileler parçalandı.

      Bizi niye kulak saydılar, hepimiz hayretler içersindeydik. Birazcık toprak, bir sığır, bir at, bizimle beraber yaşayan yanaşmamız Hoşvakt ağabey ve onun yaşlı karısından başka hiçbir şeyimiz yoktu.

      Bizim gidişimizden önce annem Hoşvakt ağabeye, bizim evde kalın, müsadere edilen mallarımızı ihtimâl size verirler, dediği zaman Hoşvakt ağabey, ben sizden hiçbir kötülük görmedim, sadece çapamı alır sizler nereye giderseniz, ben de beraber giderim, cevabını verdi. Böylece bizimle beraber Hoşvakt ağabey ile yaşlı karısı da kulak sayıldılar. Beraber gittik.

      Ağustos. Hava sıcak. Bütün kulak sayılan aileleri Koylık’taki toplama merkezine yığdılar. Hısım-akraba gelmişler. Vedalaşma. Birisi feryat etmekten dolayı kendinden geçmiş. Birisi ağlamaktan perişan hâlde. Biz ise babamızla birlikte gidiyor olmaktan dolayı memnunduk.

      Taşkent istasyonuna gelip kızıl renkli yük vagonlarına yerleşildi. Her bir vagona iki-üç aile yerleşmiş. Her ailede en az üç-dört çocuk var. Vagonda sadece bir pencere, o da çok küçük. Kapı kapandı. Kapının dibine iki de nöbetçi konuldu. Ve tren hareket etti. Tren hareket etti ve âdeta herkesin yüreğini birden yerinden koparır gibi oldu. O sırada feryat-figanın haddi hesabı yoktu.

      Vagonun içi sıcak, havası pis, insanın midesi bulanıyor. Tren, sadece büyük istasyonlarda duruyordu. O zaman nöbetçilerle birlikte sıcak su almak mümkündü. Tuvalet yok, lâzımlık kullanılıyor. Vagonun sıcağına dayanmak mümkün değildi. Lâzımlık, tren hareket hâlindeyken pencereden veya kapıdan dökülüyordu. Su da kâfi değildi. Onu da temizlemek gerek. Bu vaziyette on üç gün yol aldık. Yanımıza aldığımız erzak, ne kadar idareli olunsa da yetişmiyordu. Her gün öğle vakti balık çorbası veriliyordu. Bu çorbayı da bilhassa çocuklar içmek istemiyor, itiraz ediyorlardı. Bu işkence altında Odesa şehrine geldiğimiz bildirildi. Daha ne kadar gideceğimiz meçhûldü.

      Bizi Odesa’da “Penay” gemisine aktardılar. O sırada göz ve iç hastalıkları arttı. Hemen hemen bütün çocuklar gözlerinden hastaydı. Gözlerimiz şişiyor, kapanıyordu. Benim üç yaşındaki küçük kardeşim Abdülaziz’in akciğerleri iltihaplandı. Ateşi yükseldi, epilepsi oldu. Annem babam uyumayıp sıra ile kucaklarında taşıdılar.

      Yirmi dört saat sonra Herson şehrinde gemiden indik. Yüz kadar at arabasıyla köylere dağıtıldık. Burada kulaklar dört millete ayrıldı: Kazak, Türkmen, Özbek, Kırgız. Her milleti ayrı köylere götürdüler. Babamı, Taşkent’ten kulak olarak gönderilenlerin başına idareci tayin ettiler. Babam Rus dilini güzel konuşur, okuma yazma bilirdi. Bize “Yastreb” köyünü verdiler. Yirmi aile Yastreb köyüne gittik. Hoşvakt ağabey ve yaşlı karısı da bizimle birlikteydiler.

      Bizim gittiğimiz köydeki Ukraynalılar, Sibirya’ya sürgün edilmişler, mal mülkleri, evleri bizimki gibi müsadere edilmişti. Evler bomboş, etrafını otlar sarmış. Hatta pencereler bile zor görünüyordu. Her aileye bir oda ve dehliz hâlinde küçük bir giriş ayrıldı. Hoşvakt ağabey, yaşlı karısıyla bizim yanımıza yerleşti.

      Hoşvakt ağabeyin bizimle beraber gelmesi, babam için büyük sıkıntıydı. Çünkü bir çapasından başka hiçbir şeyi yoktu. Ona bir keçe, bir yorgan, bir yastık ve bir yatak ayırdı. Ev ve mutfak eşyası olarak bize pek az bir şey verilmişti. Hatta tencere bile bir taneydi. O da ortaca bir şeydi. Yol için alınan erzak daha trende iken tükenmişti. Babam iki-üç erkekle birlikte Ptahovka köyüne erzak aramaya gitti.

      Küçük kardeşimin vaziyeti ağırlaşmaya başladı. Annem sabah akşam kardeşimle perişan. Doktor yok. Yabancı ülke. Nihayet babam üçüncü gün Ptahovka’dan bir doktor bulup getirdi. İlâç verdi. Fakat faydası olmadı. Sonunda kardeşim altıncı günün gecesi vefat etti. Bütün köy ahalisi toplandı. Ertesi sabah defnedildi. Ona bir avuç vatan toprağı bile kısmet olmadı. Böylece birinci mezar ortaya çıktı. Buraya muhacirler mezarlığı denildi. Muhacirler mezarlığına ilk önce küçük kardeşim Abdülaziz defnedildi. Bu bizim için çok ağır bir gün oldu. Ne mezar kazacak kimse, ne de yıkayacak kimse vardı. Kardeşimin mezarını Hoşvakt ağabey kendisi kazıp elleriyle defnetti. Bizim muhacir şehrindeki ağır hayatımız böylece başladı.

      Aradan altı ay kadar geçince, Hoşvakt ağabeyin yaşlı karısı Sevri teyzeyi de kardeşimin yanına koydular. O günden sonra Hoşvakt ağabey mezarlıktan çıkmaz oldu.

      Bizimle gidenler arasında Emirsaidovlar ailesi de vardı. (Onlar bugün de var.) Onlardan Emrullahan ile Hamidhan ağabeyler üç-dört dil bilen okumuş kimselerdi. Kısa zaman içinde harekete geçerek mektep açtılar, kendileri de bu mektepte öğretmen olarak çalıştılar. Emrullahan ağabey Alman, Fransız ve Rus dili dersleri, Hamidhan ağabey ise (bugün seksen beş yaşında) ana dili ve edebiyat dersleri vermeye başladılar. Kulak sayılarak sürgün edilen üç bin hane güney Ukrayna bölgesinde pamuk tarımına seferber edildiler.

      Bizim sürgün yaşadığımız yerde yazlar serin, kış mevsimi ise şiddetli olurmuş. Kar fırtınası, rüzgârlar. Orta Asya şartlarında yaşayıp da ince giyinmeye alışmış

Скачать книгу