Kefensiz Gömülenler. Yusufoğlu Şükrullah

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kefensiz Gömülenler - Yusufoğlu Şükrullah страница 12

Жанр:
Серия:
Издательство:
Kefensiz Gömülenler - Yusufoğlu Şükrullah

Скачать книгу

bir hâl çaresi bulup ölmeden yaza çıkabildik. Fakat bilhassa Kazak ve Türkmenler için çok zor oldu. Onlarda ne bir eşya, ne altın, ne gümüş vardı. Yabanî otları kaynatıp yiyince şişerek birden kırılmaya başladılar. Köyün nüfüsu iyice azaldı. Günde on kadar cenaze kaldırılıyordu. Bu ağır günlerden birinde bize yol arkadaşı olan Hoşvakt ağabey de tifo hastalığından vefat etti. Babam onu defnetti, bütün merasimleri yerine getirdiler.

      Açlık, pahalılık, yavaş yavaş kıtlık hâlini aldı. Para ile de bir şey bulmak güçleşti. Bu sıralarda Torgsin mağazası açıldı. Orada altın ve gümüş karşılığında şeker ve un veriliyordu. Annemin gelin olurken aldığı küpe ile yüzüğü, o günlerde canımızı kurtardı. Onları Torgsin’e vererek un ve şeker aldılar. Bu da ne kadar yetebilirdi ki! Annemin çehizi de böylece bitti.

      Bizim yanımızda babamın Artıkov Koşak ağabey adlı yakın bir arkadaşı vardı. Onun da hanımı, üç oğlu ve bir kızı vardı. O zor günlerde önce hanımı, sonra kızı vefat etti. Koşak ağabey üç oğlu ile kalakaldı. Bunlar Artıkov Abdurrahman, (hâlen Taşkent Devlet Politeknik Enstitüsü’nün profesörü, felsefe ilimleri doktoru), Artıkov Abdürrahim (Tarım Enstitüsü doçenti, iktisadî bilimler asistanı) ve Artıkov Abdullah idi.

      Koşak ağabey, çocuklarının açlıktan feryat etmelerine dayanamayarak arpa tarlasından çaldığı yarım kilo kadar arpayı getirirken bekçi yakalar. Yargılanıp on yıl hapis cezasına çarptırılır. Tam on yıla! Kendisi on yıl hapis cezasına değil, ama acaba bu açlığa dayanabilir mi, bundan sağ kurtulabilir mi, kurtulamaz mı, Tanrı bilir. Bundan başka, açlıktan şişme derecesine gelen bu üç çocuk, babalarından sonra sokakta kaldılar. Babam Özbekler arasında Rusça konuşma ve yazma bilen birisi olduğu için muhtelif yerlere yazılar yazdı, Koşak ağabeyin cezasını affettiler.

      (Bir ailenin başından geçen bu müthiş hadiseleri hapishanede düşünürken bunca aşağılanmalara, bunca açlıklara maruz kalan bu nesil, ileri yaşlarında hayattan hiç memnun olur mu? Açlık sebebiyle vakitsiz ölen anneler babalar, henüz bebekken dünyaya gözlerini yuman ciğerparelerinin elemini unuturlar mı, diye düşünüyordum.)

      Karım, 1935-1936 yıllarında doyunca ekmek yenilebilen zaman oldu, diyerek hikâyesini devam ettirdi.

      Kıtlıkların geride kalıp da ağzımızın yemek gördüğü sevinçli günler de uzun sürmedi. 1937 yılında korkunç söylentiler yayılmaya başladı. Bu korkunç dedikodular, kısa zamanda gerçeğe dönüştü; kulak sayılanlar arasından şimdi de halk düşmanı aranmaya başlandı. Kulaklar ailesindeki bilgili, marifetli kişiler, bizim iyi öğretmenlerimizden olan Emrullahan ağabey ile onun küçük kardeşi Hamidhan ağabeyi halk düşmanı olarak bir gecede alıp götürdüler. Nereye, niçin götürüldüklerine dair hiçbir haber alınamadı. Emrullahan ağabeyin küçük yaşlarda beş çocuğu vardı. Karısı yarı canlı, iş göremez vaziyette. Yetmiş yaşındaki annesi vefat etti.

      Babam da her zaman korku içinde yaşıyordu. Geceleri siyah bir araba köyde ortaya çıkıyor ve yine birini alıp gidiyordu. Tutuklamalar 1940’lı yıllara kadar devam etti.

      1941 yılında başlayan savaş, bilhassa bizim için çok ağır oldu. Savaşın başlamasıyla birlikte kulak sayılan bütün erkekleri, bu arada babamı da Akmolinskteki işçi taburuna götürdüler. Bu sırada ağabeyimle ben Taşkent’eydik. Ukrayna’da doğan kızkardeşim, annemle beraber Alman kuşatmasında kaldılar. Birkaç yıl babamdan haber alınamadı.

      1944 yılında Dinyeper Almanlardan geri alınınca, annem ve kız kardeşim tahliye edilerek güz mevsiminde Taşkent’e geldiler. İki ay boyunca ağır şartlarda yol yürümek zorunda kalmışlar. Ayakları soğuğa maruz kalan annem hastalanarak vefat etti. Babam ise Koşak Artıkov ağabeyle birlikte Akmolinsk’te açlıktan ve işlerin ağırlığından dolayı vefat etmiş!

      Bu zavallıların suçları neydi?

      Karım, talihsizliklerin ortasında, doğduğu günden beri başına gelen felâketler yetmezmiş gibi şimdi de benden ayrılmanın ıztırabı ve iki çocuğu büyütmek meşakkatiyle karşı karşıya mı kalacaktı? Bu korkunç düşüncelerimi, hapishane gardiyanının, “eşyalarını sırtlan, haydi çık”, buyruğu bozdu.

      Sorgu memurunun, sen hayatımızdan şikâyet ediyorsun, kaygı dolu şiirler benim hoşuma gidiyor diyorsun, şeklindeki suçlamalarına cevap olarak bu sözlerimin doğru mu, yoksa bir iftira mı olduğunu benden değil, yirmili yılların sonlarında suçsuz yere kulak sayılarak kendi yurtlarından ayrılan ve hazan yaprağı gibi savrularak 1932-1933 yıllarında açlıktan sokaklarda şişip ölenlerden sorun! Hayır, sadece bunlardan değil, 1937 yılında katledilen milyonların feryat eden ruhlarından, yetim kalan çocuklarından sorun, onlar acaba memnun mu, diyesim geliyordu. Fakat bunları söylemek mümkün müydü?

      Eğer bu sözlerime inanmıyorsanız, böylesi işkence ve haksızlıklara bizzat maruz kalan karımdan sorun, diyecek olsam, o gün karımı da halk düşmanı olarak yanıma getirecekleri muhakkaktı.

      Buna benzer sözleri söylemek demek, sorgu memurunun aklından geçeni yapmak olurdu. O güne kadar iddia ettiğimiz bütün suçları kendisi itiraf etti, diyerek sorgulamayı bitiriverir. Mahkemeye gönderir. O da bu sorgulamayı vaktinden önce tamamlamak maharetini gösterdiği için daha yüksek bir dereceye terfi eder.

      Eşyamı sırtlanarak hapishane avlusunda bekleyen “Çernıy voron” (= Karakarga) arabasına bindim. Şimdi nereye götürecekler? Araba, daha ben ne olduğunu anlayamadan iki-üç dakikalık bir yol almıştı ki, durdu; yine meçhûl bir demir nizamiye kapısının gürültü ile açılıp kapanan sesi duyuldu.

      Eşyam sırtımda, arabadan indim. Silâhlı nöbetçinin ellerini arkaya uzat, dur, etrafa bakma, bu tarafa yürü, emirleri altında zindana düştüm. Bu zindan, iki tarafı demir kapılardan ibaret çok uzun bir hapishaneydi. Beni bir koğuşa attılar.

      Tövbe, insan tabiatı o kadar tuhaf ki, koğuşa girip de orada bulunan birkaç mahkûma gözüm ilişince, hapishane sıkıntılarını bir an unutarak içimde birden mânasını anlayamadığım bir ışık peyda oldu. Bunun sebebi, acaba tek kişilik hücreden çıkıp da başka insanlar görmek miydi, yoksa karanlık dar bir hücreden sonra daha geniş bir koğuşa geçmiş olmak mıydı, bilmiyorum. O sırada aklıma dışarıdayken duyduğum gülünç bir rivayet geldi:

      RİVAYET

      Ailesi kalabalık, çoluk çocuğu çok olan fukara, biçare bir çiftçi, evinin darlığından daima şikâyet edermiş. Onun feryadını duyanlardan biri, evim genişlesin diyorsan, çaresi kolay: Bu akşam çoluk çocuğunla yattığın odanın bir kenarına sığırını ve buzağını bağlayıp Tanrı’ya yalvaracaksın. Sabah bakacaksın ki, geniş bir evin sahibi olmuşsun, der. Çiftçi söyleneni yapar, fakat hiçbir şey fark etmez.

      Çiftçinin evini genişletmek isteyen adam bunu işitince, şimdi sığırının yanına keçi ile koyununu da bağlayıp Tanrı’ya yalvaracaksın, işte o zaman muradına ereceksin, der. Çiftçi bunu da yapar. Fakat yine hiçbir şey fark etmez.

      Çiftçiye vaatte bulunan adam bunu duyunca, şimdi avludaki tavukları da evinin bir köşesine alarak yat, der. Çiftçi, ümitle sığır, buzağı, koyun ve keçinin üstüne tavukları da alarak sabah ezanına kadar bu yer sıkıntısından ne zaman kurtulacağım, diye feryat eder. Fakat sabah olur, gün aydınlanır, yine hiçbir değişiklik

Скачать книгу