Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik. Orhan Söylemez

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik - Orhan Söylemez страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik - Orhan Söylemez

Скачать книгу

ilk hikâyeden anlaşılır ki bütün Oğuz beyleri Boğaca Fatma’nın oyununa gelmişlerdir. Hepsi de casuslukla suçladıkları oğlanın Fatma’dan olan kendi çocuğu olduğunu düşünür ve bir daha Oğuz’a dönmemek üzere onu serbest bırakırlar. Beylerin baba yüreği, çocukları sandıkları bu genci kuyuda bırakmaya el vermez.

      Bayındır Han, Boğaca’nın bu kurnazlığına hem şaşırır, hem de beylerin geldikleri oyuna güler. Yalnız Aruz Koca, Boğaca ile yaptığı görüşmeyi Han’a anlatmaz. Bayındır Han, Aruz’un bunu saklamasından rahatsız olur. Dede Korkut’a da bu rahatsızlığını söyler. Ancak bu akıllı hareketin esin kaynağının Dede Korkut olduğunun da farkındadır, buna rağmen hiç sesini çıkarmaz. Çünkü Bayındır Han’ın bu mahkemeyi kurmasının amacı farklıdır; bunu da okuyucu yine Dede Korkut’un ağzından öğrenir:

      Evet, buymuş Han’ın öğrenmek istediği mesele! Oğuz içinde kim ne istiyor? Oğuz’un yarısı nerededir? Uzun zamandır ikiye bölünmüş olan Oğuz’un bugün sözde birliği neden tüy kadar inceldi? Suçlu kim, Bayındır Han, boşuna söz söylemez. Suç Kazan’ınmış. Kazan, Kazan… (s. 285)

      Bayındır Han’ın Kazan’ı suçlu bulmasının birden fazla nedeni vardır. Savaşa giderken yurdunu dayısının yerine tecrübesiz, genç oğluna bırakması, Dış Oğuz’u yağmaya çağırmaması, Begil’e av sırasında söyledikleri… Han, bu düşüncelerini Dede Korkut’la paylaşmaya sakınca görmemiştir. Bayındır Han, Oğuz hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra babası Kam Gan’ın öğüdünü Dede Korkut’a söylediği bölümde, eksik el yazması Gence depreminden sonra neler yaşandığını anlatılmaya başlanırr. Kitabın eksik olan bölümlerle bir bütün oluşturma çabası son bölümde de kendini göstermektedir.

      Kemal Abdulla, Kalın Oğuz’un içinde bulunduğu durumu anlattığı hikâyesinde Dede Korkut’un gözüyle dengenin, zaafların, hırsların, kahramanlığın, aklın ve şefkatin iç içe geçtiği bir dönemi yansıtır.

      İkinci hikâye ise farklı bir Şah’ın, Şah İsmail ibn Haydar ibn Cüneyd Safevi’nin belli bir dönemini anlatır. Lala Hüseyin, Şah’ın en yakını ve en güvendiği kişidir. Aralarında sadece ikisinin bildiği bir sır vardır. Şah, Lala’dan kendisine benzeyen, zeki birini bulmasını ister. Amacı zamanı geldiğinde onu kendi yerine geçirmektir. Lala da Şah’ın güvenliği için bunun gerekli olduğuna inanır. Yazarın bu bölüme düştüğü not, romanın neden iki farklı kurgudan oluştuğuna dair bir açıklama niteliğindedir:

      Eksik El Yazması’nın ikinci parelel kolu, yani Şah İsmail’le ilgili hikâyesi böyle başlıyor ve ilk defa burada kesiliyor. El yazmasının metni biraz evvel sanki hiçbir şey olmamış gibi tamamen başka bir zaman ve konu düzlemine geçtiği gibi yine aynı biçimde eski ahengine ve istikametine girip devam ediyor. Şimdi siz de buna şahit olacaksınız. (s. 77)

      Lala Hüseyin, Şah’a herkesten yakındır. Devlet işleri ona sorulmadan yapılmaz. Vezirler ve saray çalışanları ondan çekinir. Lala, Şah’ın verdiği bu görevi de başarıyla yerine getirir. Onun istediği gibi, kendine benzeyen, Hızır adlı akıllı bir genci bulur ve Şah’la tanıştırır. Lala onun eğitimi ile de alakadar olacak ve onun Şah gibi yürümesini, hareket etmesini, konuşmasını sağlayacaktır. Lala ile Şah arasında geçen şu konuşma niyetlerini ortaya koymaktadır:

      Ben şehre vezirle çıkacağım. Ama ona bu konuda bir kelime bile söylemeyeceksin. Sen biliyorsun. Esas maksadımız benim aynı anda iki ayrı yerde olduğuma halkı, cemaati, saray ehlini, çocuktan büyüğe herkesi inandırmaktır. Biz seninle böyle konuştuk. Hemen hazırla bunu, yürüyüşümü, tavrımı, edamı bir güzel öğrensin, ama… sanıyorum ki yüz örtüsüz daha çabuk olur… (s. 107)

      Hızır, Şah’ın istediği gibi kabiliyetli bir çocuktur. Lala, ona santraç oynamayı öğretir, ayrıca bu genç, güzel şiirler yazmaktadır. Zaman içinde Şah, onun halk içine çıkmasına da izin verir. Hareketleri ve tavırlarıyla o kadar Şah’a benzer ki, kimse onun sahte olduğuna inanmaz. Şah ve Hızır gül bahçesinde, gözlerden uzak santraç oynayıp şiir hakkında konuşurlar. Hızır giderek görgüsünü ve bilgisini arttırır.

      Romanda bu iki farklı hikâyenin ortak bir noktası da gül bahçesi, kızıl güllerin dalları arasında sıkışıp kalan kuş temasıdır. Yazar, hem Bayındır Han’a, hem de Şah İsmail’e güllerin dikenli dallarına takılan kuşları özgür bırakmaları için merhamet vermiştir. Bayındır Han, Kılbaş’a, Şah İsmail ise Lala’ya aynı emri verirler; ayrı zamanlarda, ayrı ülkelerde, ama aynı duyarlılık ve erdemle… Bayındır Han’ın kurtardığı kuş, casusu simgelerken, Şah’ın kurtardığı kuş ise bir açıdan Hızır’ı simgeler. Çünkü savaşa giderken Şah, Hızır’a “Artık sen hürsün şair! Bunu hiç hayalinden geçirmedin mi? Git, git muhafızların seni bekliyor. Kaçıp kurtulma zamanıdır. Ordu bozuldu… Ben ise…” (s. 147) der.

      Bayındır Han, istese casusu yaklayabilir, ama onun amacı gül bahçesini yani Oğuz’u korumaktır. Şah da istese savaşa gitmez ve yerine Hızır’ı geçirmezdi, ama ülkesinin ve tahtının devamı için kendini feda eder.

      Hızır, Hatayî mahlasını alarak şiirlerine devam eder, Şah bu şiirleri saatlerce usanmadan dinler. Bu sırada yanlarında olan Lala, onların karakterlerini değerlendirir. Şah ne kadar cesur, atılgan, kararlı biriyse, Hızır da tam tersine bir o kadar merhametli, narin ve duygusaldır. Hızır’ın hayatı normal seyrinden Çaldıran Savaşı ile ayrılır. Yavuz Sultan Selim ile Şah’ın Çaldıran adlı bir köyün yakınlarında yaptıkları bu savaş, her şeyi değiştirmiştir. Şah bizzat savaşa katılmış, Lala ise savaş meydanında kaybolmuştur. En son, vurularak attan düştüğünü görenler olmuştur. Şah büyük kayıplar verir; cephenin sağ ve sol kanatları çökmeye başlar. Dülkadir’in hayinliği de işleri iyice bozar ve kaçınılmaz son büyük bir hızla gelmektedir. Bozulan ordusunu gören Şah İsmail, peçesini takıp kendi yerine geçmesi için Hızır’a emreder. Kendisi gökten işittiğini söylediği o çağrıya doğru gideceğini söyler, ama Hızır buna izin vermek istemez. Şah çadırının yakınlarına düşmeye başlayan top sesleri arasında savaş meydanına gider. Çadırda tek başına kalan Hızır’ı Şah sanan askerler onu kaçırır. Artık Hızır gerçekten Şah olarak, görevini yerine getirmeye başlayacaktır. Yazar, Şah ile Hızır’ın arasındaki bu anlaşmayla; şahısların değil, ülkenin ve halkın önemli olduğunun altını çizmektedir:

      Hazır mısın? Sen şimdi artık, bensiz, Lala’sız, kendi başına sadece kendin çıkarsın meydana. Ne ben varım, ne de Lala Hüseyin Bey! Hiç kimsenin de Hızır’dan haberi yok! Anla, Şah ölmez! Hiç ölmez! Ben ise ölmeliyim. Bir de ben bu öfkeyi onda bırakmam. Şimdi bak, ben atıyorum kendimi savaşın en kanlı yerine. Baş bir yana, leş bir yana… Allah ya bana verir, ya Selim’e....

      … Becerirsin, öyle bir becerirsin ki! Bu savaş gelip geçici bir şeydir. Birazdan yine güneş doğacak, sabah olacak, memleket de senin olacak. Şaşırma! Ben sana bu büyüklükteki bir ülkeyi bırakıp gidiyorum. Herkesten gizli! Hiç kimse bunu bilmeyecek, öğrenmeyecek! Sen ben olacaksın. Sonraki bütün zamanlarda da aslında sen varsın, ama zahirde ben… Yani ben de yine varım. Hazır mısın? (s. 146)

      Hızır’a bu konuşmayı yapan Şah İsmail, çadırdan çıkıp kendini savaşa atmadan önce son olarak Hızır’a “Bir de

Скачать книгу