Safiye Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Safiye Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

ahlaksız adam, malum olduğu üzere, kuvveti yegâne ilah olarak tanımış ve kuvvetlenmek uğrunda -dinî, içtimai, ahlaki- her türlü mukaddes mevzuların inkâr edilmesini caiz görmüş idi. Onun mezhebinde aile bağlılığı, ahdüpeyman kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin manası onca “muvaffak olmak”tan ibarettir ve bu manayı tahakkuk ettirmek için de her şeyin -yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin- yapılması caizdir.

      Fakat Makyavel, siyasette muvaffak olmak meselesini her şeyden ziyade “tefrika”dan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı şakirtlerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hâkim ol!” demişti. Venedik Cumhuriyeti -Makyavel’in adı sanı ortada yokken-bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün muvaffakiyetlerini de o siyasetteki maharetine borçlu bulunmakta idi. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık İncil’i gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükûmetlerin idari ve içtimai ahengini -bin türlü entrikalarla- bozmak, o devletler halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek siyasetinde kullanılacak eller bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan dâhilî siyasette de istifade etmeyi düşündüklerinden Makyavelizmin kendi aralarında da tatbikine girişmişlerdi, mükemmel bir casus şebekesi kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir tefrika vücuda getirmişlerdi.

      İşte Akdeniz adalarından birkaçını dolaşacak olan fakat ana vazifesi güzel Bafa’yı Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu harp gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kimsenin bulunması da o tefrika siyaseti yüzündendi. Fakat duçeyle senato, Loredano’yu Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafa’yı da her üçünün murakabesi altına korken tam Makyavelvari davrandığı için gemide kimsenin vaziyetten haberi yoktu. Ondan ötürü de umumi neşe yerindeydi, asilzadeler ve gemi zabitleri -heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen- mavi deniz üzerinde gülüyorlar, eğleniyorlardı.

      Gemidekiler -garip bir tesadüf(!)– hep gençti, Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs Kumandanı Marko Antonio Bragadinoya, senatonun mahrem emirlerini tebliğe memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço, Loredona’dan üç yaş küçüktü. Korfo’daki istiratyotlara (muntazam süvari) kumandan tayin edilmiş olan Piyerto Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi zabitleri ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki umumi neşeyi tabii görmek lazım geliyordu.

      Lakin bir hakikati de unutmamak gerek: Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahendazlar başbuğu, dümencisi, hesap memuru, bunların muavinleri, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyerto Kapitano, aralarında Bafa bulunmasaydı, yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edeceklerdi? Muhakkak ki hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Herkes, büyük ve küçük rütbede herkes, ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını döküp de hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.

      Bir dişi, otuz erkek!.. Bu, bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında şuurun hâkim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi vaziyetlerin belirmesine mâni oluyordu, Yani kemiğe herkes geviş getiriyor fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden kuvvetlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun tazyiki altında ihtirasına hâkim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatkârlık gösteremez!

      Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetmek istidadındaydılar. Engin bir deniz, ılık bir hava, hudutsuz bir gök, hüsnün cazibesini çoğaltmakta, kalbin mukavemetini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor; “Seviniz, sevişiniz!” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye hitap eden bu sesten heyecana gelmemek imkânı yoktu.

      Lakin Bafa’nın kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkmak kudretini nefsinde göremediklerinden aptal aptal gülüp duruyorlardı. Ağlasalar, şüphe yok ki daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.

      Bu hâl, Bafa’nın kendi kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir lahza süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ziyadan örülme bir ağ içine düşmüşler gibi üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmışlardı. Yeni bir sersemliğin vecdini yaşıyorlardı.

      Kaptan Loredano, en cesur dil oldu ve yılışa yılışa Bafa’ya sokularak yaltaklandı:

      “Otuz erkek…” dedi. “Gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”

      Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka bir ağza düşmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta tehalük gösteren mahluklar gibi hemen atıldı:

      “Sinyoritanın…” dedi. “Korfo’yu düşündüğüne eminim. Çünkü istikbal, geride değil ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”

      Genç Kapitano da bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa harharasını hissettirmek istiyordu. Fakat Bafa, aptal kadınlar yüreğinden başka hiçbir duygu kaynağı üzerinde dalga yaratamayacağına kanaat beslediği bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükümüyle tezyif ettikten sonra, yüzü denize çevrili olduğu hâlde düşüncelerinin hakikatini onlara bildirdi:

      “Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir muhayyile, ne Venedik ne de Korfo üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden mevzu mutlaka deniz kadar engin olmak lazım gelir. Venedik böyle bir vaziyette bir parça köpük, Korfo da bir tutam su hükmünde kalır.”

      Ve ortaya atacağı hakikatin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelere yüksek bir tınnet vererek ilave etti:

      “Türkleri düşünüyordum!”

      Kıza hayli sokulmuş olan üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, derileri üzerinden bir soğuk seyyale geçti ve bütün başlar ihtiyarsız denize çevrildi. Hepsi, istisnasız olarak hepsi, gözlerinin görme hududu dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruntuluyorlar ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyorlardı.

      Ne ileride ne geride ne sağda ne solda bir yelken hatta bir gölge görünmemesi -yine öbürlerinden önce- Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafa’nın Türkleri yükselten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden mevzuyu tahrifle söze girişti:

      “Sinyorita…” dedi. “Bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir ‘Cali Bey’ olmak ister ve önüme çıkmak alıklılığını gösterir?”11

      Bafa, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki sükûtunun elemini merhemlemek istedi, söze karıştı:

      “Muhterem

Скачать книгу


<p>11</p>

16 veya 29 Mayıs: 1416’da Gelibolu önünde vukuya geldiğini Frenk tarihlerinin -dil birliği ile- yazdıkları bu deniz harbinde Osmanlı donanmasına Cali Bey, Venedik filosuna da Amiral Piyetro Loredano kumanda ediyordu. Neticede Osmanlılar mağlup olmuşlar, Cali Bey de dâhil olmak üzere üç bin şehit vermişler ve Venediklilerin eline beş galerya ile dokuz galyot bırakmışlardır. Fakat bu harbin siyasi hadiseler üzerinde hiçbir tesiri olmamış ve Osmanlılar -eskiden olduğu bibi- Venediklilerin ensesinde çorba pişirmeye devam etmiştir. (y.n.)