Safiye Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 13

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Safiye Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

hızlı yürüyordu. Askerler, ondan emir almaksızın vazifelerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.

      O, işte bu muhtasar takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafa’nın yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığı zehabını uyandıran heybetli bir eda ile eğildi.

      “Küçük hanım…” dedi. “Sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiklerini söylemekliğime müsaade eder misiniz?”

      Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti:

      “Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin bizim yaptığımız gibi davranmayacaklarını size söyleyeceklerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”

      Bafa, kaşlarını çattı.

      “Yanımıza…” dedi. “Geldiniz. Lakin dost gibi değil.”

      Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi:

      “Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu, dost işi midir?”

      Deli Cafer, yüksek bir heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş olan Venedik dilberini uzunca bir lahza süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu:

      “Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”

      “Tabii!”

      “Venediklilerin Türk gemilerine namertçe baskın yaptıklarını bile bile mi bunu istiyorsunuz?”

      Kız, göz bebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi:

      “Evet!”

      “Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”

      “Tabii!”

      “Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”

      “Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”

      Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafa’nın omzuna koydu.

      “Biz…” dedi. “Size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi şevketlu padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er veya geç, imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”

      Bafa, Osmanlı sarayında Bizanslı, Sırbistanlı, Rusyalı prenseslerin ne muhteşem hayat geçirdiklerini -masal gibi- dinlemiş ve henüz yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmiş bulunuyordu. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i, Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra -yerinde izah ettik- Türklere büyük bir incizap beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman hatırına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşalık vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekâyı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla hatta etiyle istifade eyleyerek yaşayacağını düşününce de içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir helecan geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan âlemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık -suni olarak da- somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan mahzuz ve mesut görünüyordu.

      Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini saadet olarak telakki etmekte gecikmediğini görünce yana çekildi.

      “Buyurunuz…” dedi. “Bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”

      İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu istikbal sırasında yalnız değildi, duçeler sarayında kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafa, o canlı insan minyatürlerini görünce -nasıl bir vaziyette bulunduğunu unutarak- ellerini şımarık şımarık çırptı, şen şen bağırmaya girişti:

      “Aman, ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”

      Ve cüceleri uzun uzun muayene ettikten, evire çevire seyreyledikten sonra Kara Kadı’yı selamladı.

      “Affedersiniz…” dedi. “Cüceleriniz, o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”

      Ve biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı:

      “Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”

      O, boyun kırdı:

      “Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu hâlde cüceler sizindir efendim!”12

      Bafa, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evinde bulunuyormuş gibi harekete başladı, imkân nispetinde açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı ile Türk hayatına dair konuşmalara girişti. En çok temas ettiği mevzu, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayı idi. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü sualler sıralıyordu.

      Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi tekellüm etmekte bulunmuş olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer mukallit, mükemmel birer hokkabaz olduklarından Bafa’yı kendilerine hayran edip bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup -dişili, erkekli- insanların -gerçeğinden ayırt edilmesine imkân olmayan bir sıhhatle- seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini taklit etmekle, gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla da hokkabazlıklar yapmakla genç kızı âdeta büyülemişlerdi.

      Deli Cafer’le Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyorlardı. Çünkü beniâdem denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı -iki deniz kurdunun inancına göre- esir olmaktır, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların kanaatlerince, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan, bir esirin tattığı ızdırabı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan

Скачать книгу


<p>12</p>

Sagredo’dan ve Gerlach’dan naklederek Hammer, Bafa’nın Türkler eline geçişini şu suretle anlatır: ‘‘Venedik’in asil Bafo ailesine mensup olan Safiye Sultan henüz pek genç iken Venedik’ten -babasının valiliğinde bulunduğu- Korfu’ya azimeti sırasında Osmanlı korsanlarının eline geçmiş ve Şehzade Murat’ın haremine alınmış idi.” (C: 7, s. 13)