Safiye Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Safiye Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikirler telkin etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bu telkinleri yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafa’ya bir şey sezdirmemeyi de göz önünde tutuyor ve eski Türk düğünlerini anlatmak suretiyle toy kızın idrakini kendi iradesi altında bulunduruyordu.

      Program işte bu vaziyette madde madde tatbik ediliyordu. Elçi beyle hemşehrilerini eğlendirmek yolunda her zahmet ihtiyar olunuyordu. Bir kısım kadınların programa dâhil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını sokmak fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle, üç Türk’ten birinin mahrem hatıraları arasında yer almaya çalıştıkları için programa bağlı oyunları kıymetsizlendirecek hünerverlikler gösteriyorlardı, akla ve hayale sığmaz vesileler bulup elçinin, Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın kolları arasına yükselmeye savaşıyorlardı.

      Onlar, istihzaya da tenezzül etmekten uzak bir durumdaydılar, sadece vakur idiler, düzinelerle kadın gözünün -her çeşit sadakayı kabule hazır- birer keşküle döndüğü ve o kadınlardan birçoğu -çeşit çeşit kelime oyunları yaparak- aşk dilenciliğini açığa dahi vurdukları hâlde Elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi muhaverelerine devam ediyorlardı.

      Hücuma geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyorlardı. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek raksa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, meftur gönüllere merhem sürmek nezaketini gösterdi. Belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya küçük çapta birçok şişeler saçtı.

      “Hanımlar…” dedi. “Bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin yağma edin!”

      Ve çığlıklı kısa bir lahza içinde şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir tebliğ yaptı:

      “Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konukladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”10

      Duçe, basit bir teşrifat memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol göstermek kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafa’ya döndü:

      “Buyurun öne düşün. Bize düşen ardınızda yürümektir. Fakat sizi ve bizi saatlerden beri nur içinde yaşatan küçük hanıma da ‘Yine görüşelim.’ demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.”

      Bafa gülümsedi.

      “Böyle bir yanlışlığın…” dedi. “Vukuya gelmesini temenni ederim ekselans!”

      “Tanrı işitsin küçük hanım!”

      Duçeyle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar teşyi ettiler, oradan geri döndüler. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca olarak af diledi, “iyi rüzgâr eserse yola çıkmak istediklerini” söyledi. Duçe, “Pek çabuk, değil mi?” diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kestiler, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandılar.

      Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir buse kadar bile incitmiyorlardı. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.

      “Kubat Çavuş’la…” dedi. “Neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”

      “Duymadım ama anladım!”

      “Verdiğimiz kararı beğendin mi?”

      “Beğenmeye beğendim lakin ava kim sahip olacak?”

      “Kubat’a kalırsa hünkâr. Bana kalırsa biz!”

      Deli Cafer, bir nebze düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.

      “Hayır.” dedi. “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da caba!..”

      II

      BAHT YOLU MU TAHT YOLU MU?

      Galerya denilen harp gemilerinden biri, denize düşmüş yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp cenuba doğru iniyor. Deniz sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu galeryayı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırmada. Gülen gülene, oynayan oynayana…

      Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir mihraka bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, mabetlerdeki resmî önder durumunda, cemaatin onunla değil, azametine ve kudretine iman taşıdıkları mabut ile ilgilendikleri belli!

      Orada o harp gemisi güvertesinde mabut, Venedik’te tanıdığımız Bafa’dır. Tacir ve siyaset bakımından facir Cumhuriyet’in en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, duçeyle senatonun mühim emirlerini, Korfu’ya, Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafa’yı babasına teslim etmek vazifesini yüklenmiş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmetler beklediği Bafa’nın yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut deniz tutması gibi bir arizanın ızdırabı arasında başka bir tutkunluğun hummasına da yakalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çevire gelen asil ailelere mensup iki de muhafız katılmıştır. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününkü Piyetro Kapitano’dur.

      Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış vaziyettedir. Gerçi görünüşte dostturlar hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatana taalluk eden herhangi bir mevzuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano mensuplarının birleştiği vakidir. Loredanolulara düşmanlık! Venedik duçesiyle baş müşavirleri işte bu hakikati göz önünde tutarak ve Bafa’yı herhangi bir kazadan korumayı emel edinerek Korfu’ya gidecek harp gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmişler, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişlerdi..

Скачать книгу


<p>10</p>

Osmanlı elçilerine Avrupa payitahtlarında ve devlet merkezlerinde nasıl hayranlıklar gösterildiğini tevsik için -İnhitat Devri’nde Paris’e giden- iki elçinin maceralarından birer ikişer satır alıyoruz.

Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, XV. Lui nezdine elçi olarak gittiği vakit bütün Paris ayağa kalkmıştı, resmî ziyafetlerden sonra kral ava gideceği zaman davet olunur, Paris’in en seçme ve kibar kadınlarıyla at üzerinde ava gidiyor, geçit resimleri temaşa ediyordu. Yirmisekiz Çelebi, Paris halkını o derece cezp etmişti ki herkes onun şahsıyla meşgul olmayı az görerek Türk hayatını incelemeye de koyulmuşlardı. Artık roman kahramanları Türklerden seçiliyordu ve bütün romanlarda korsanlardan, saraylara kapatılmış genç cariyelerden, odalıklar kaçıran sipahilerden, kıskanç ağalardan bahsolunuyordu.

Yirmisekiz Çelebi’nin oğlu Sait Mehmet Efendi’nin Paris’e elçi olarak gelişi daha mühim tesirler yaptı. O, sık sık tiyatroya gittiğinden halk da ardından tiyatrolara doluyorlardı. Opera veya komedi Fransez ilanlarında “Türk imparatoru hazretlerinin elçisi Sait Efendi Hazretleri de oyunumuza teşrifleriyle mübahi kılacaklar.” müjdesi her gün görülüyordu. Kendisinin ziyaretine her gün Paris’in en zarif kadınları geliyorlar, billuri kahkahalarıyla enine boyuna sarhoş ediyorlardı. Kadınlar Türk elçisine kıymetli hediyeler de getiriyorlardı. Madamlardan biri de bir gün ona bir fiyango takdim etmişti.

Bunların içlerinde Türklerin niçin birden ziyade kadın aldığını merak edenler ve meraklarını Sait Mehmet Efendi’nin cevabıyla tatmin etmek isteyenler de görülüyordu.

İşaret ettiğimiz veçhile bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun diş ve tırnağı dökülmüş, gücü kuvveti son derece azalmış bir aslana döndüğü devirdeki elçileridir. Kubat Çavuş ise Türklerin bütün cihan mukadderatını avuçlarında tuttukları bir devrin elçisi idi. (y.n.)