Safahat. Mehmet Akif Ersoy

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Safahat - Mehmet Akif Ersoy страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Safahat - Mehmet Akif Ersoy

Скачать книгу

olamaz rûh bir dem âsûde.

      Fakat kırılmak için böyle bir zemîn ister…

      Zemîn değil yalınız, kalb-i âhenîn ister!149

      Geçen sabah idi Eyyûb'a doğru çıkmıştım.

      Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım,

      Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan;

      Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan.

      Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi,

      Ki her haziyre-i sengîni mevc-i müncemidi!

      Kenarda durmayarak girdim en derin yerine,

      Oturdum arkamı verdim de taşların birine.

      Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemîn,

      Huzûr içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn.

      Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz,

      Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz.

      Yavaş yavaş açılıp perde-i likâ-yi muhit;

      Harîm-i rûhumu doldurdu kibriyâ-yı muhit.150

      Fakat bu beste-i lâhût nerden aksediyor,

      Ki «Ellezî halâka’l-mevte vel-hayâte…» diyor?

      Nedir samîm-i sükûnette böyle bir feryâd?

      Neşîde Hâlik'ın, amma kim eyliyor inşâd?

      Zaman zaman ederek yükselen terâne hurûş,

      Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş!

      O serviler müteheyyiç cemâat-i kübrâ

      Kesildi… Her birisinden duyuldu aynı sadâ.

      Mekâbir inledi, taşlar birer lisân oldu;

      Kitâbeler de o taşlarla hem-zebân oldu.

      Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı,

      Mezâra rûh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı,

      Hayâle daldım; o füshat-serâ-yı dûrâ-dûr

      Göründü dîde-i medhûşa bir cihân-ı nüşûr!

      Kefen be-dûş-i bekâ bî-nihâye ecsâdın,

      O, dehri hîçe sayan, kârbân-ı ecdâdın

      Akın akın geçerek pîşgâh-i izzette,

      -Muhît-i havf ü recâdan makâm-ı hayrette

      Kıyâm-ı aczini seyreyledim… Ne dehşetmiş

      Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i kudrette!151

      Bu here ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan

      Hatîb-i âlem-i ulvî nihâyet oldu ıyan:

      Gözüm, uzaktaki bir medfenin ayak ucuna

      Çöküp ziyaret eden, bir çocukla bir kadına

      İlişti. Sonra biraz yaklaşınca, iyden iyi

      Tezâhür eyledi: baktım, çocuk «Tebâreke» yi

      Kemâl-i vecd ile ezber tilâvet eylemede;

      Yanında annesi gözyaşlarıyle dinlemede.

      Zemîne ra'şe verirken neşâid-i melekût,

      Ne manzaraydı, İlâhî, o makber-i mebhût?

      Çocuk hayâta, o makber de mevte bir levha.

      Tezâd-ı kudreti gör: bak şu levh-i zîrûha!152

***

      Biraz geçince o sesler bütün hamûş oldu.

      Deminki mahşer-i pür-cûş sâye-pûş oldu.

      Çocuk kadınla beraber çekildi âlemine,

      Gömüldü gitti mezarlık sükûn-i dâimine.153

      Bayram

      Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır;

      Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!

      Bayramda güler çehre-i mâsûm-ı sabâvet,

      Ümmîd, çocuk sûret-i sâfında iyandır.

      Her cephede bir nûr-i mücerred lemeânda;

      Her dîdede bir rûh demâ-dem cevelândır.

      Âlâm-ı hayâtın iki kat büktüğü ecsâd

      Feyzindeki te'sîr ile âsûde revandır.

      Ferdâ-yı sükûn-perveridir sâl-i cidâlin,

      Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i candır.

      Heycâ-yı maîşetteki feryâd-ı mehîbin

      Dünyâda biraz dindiği an varsa bu andır.

      Subhunda bahârın şu sabâhat bulunur mu?

      Bak çehre-i gabrâya: Nasıl şen, ne civandır!

      Her sînede bir kalb-i meserret darabanda,

      Her kalbde bir âlem-i eşvâk nihandır.

      Raksân oluyor cünbüş-i dûşiyle anâsır,

      Gûya ki bütün sadr-ı zemin pür-galeyandır.

      Eşbâhı da cûşan ediyor feyz-i mübîni,

      Yâ Rab bu nasıl rûh-i avâlim-sereyandır!

      Bayramda gelir yâda ne hoş hâtıralar ki:

      Bir ömre verilmez, o kadar kadri girandır.

      Iydin bana dâim görünür levh-i kerîmi:

      Mâzî-i tufûliyyetimin yâd-ı besîmi.

***

      Birinci gün hava bir parça nâ-müsâiddi;

      İkinci gün açılıp, sonra pek güzel gitti.

      Dedim ki: «Fâtih'e çıksam yavaşça, bir yanda

      Durup o âlemi seyreylesem de meydanda,

      Ziyâret etsem ehibbâyı sonradan… Hoş olur.

      Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boş olur.»

      Bu arzû-yi tenezzüh gelince, artık ben

      Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden.

      Gelin de bayramı Fâtih'te seyredin, zirâ

      Hayâle, hâtıra sığmaz o herc ü merc-i safâ,

      Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan

      Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan,

      Asırlar ölçüsü boy boy asâlı nesle kadar,

      Büyük küçük bütün efrâd-ı belde, hepsi de var!

      Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar,

      İçinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar.

      Biraz gidin: Kocaman bir çadır… Önünde bütün,

      Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için

      Nöbetle bekleşiyorlar. Aceb içinde ne var?

      «Caponya'dan gelen, insan suratlı bir canavar!»

      Geçin: Sırayla çadırlar. Önünde her birinin

      Diyor: «Kuzum, girecek varsa, durmasın girsin.»

      Bağırmadan

Скачать книгу


<p>149</p>

Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.

<p>150</p>

Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı. Muhitinin yüzündeki perde yavaş yavaş açıldı ve ondaki azamet heybeti ruhunun harimini doldurdu.

<p>151</p>

Fakat “Ellezi halâka’l-mevte vel-hayate…” (O, ölümü ve hayatı yarattı.) diyen bu lâhûtî beste nereden aksediyor? Sessizliğin tam ortasında bu feryat nedir? Kelâm, Allah’ın; amma okuyan kimdi? O ilâhî terane zaman zaman yükseliyordu ki onun cezbesiyle o sakin âlem inlemeye başladı. Sakin serviler, heyecanlı bir cemaat-i kübra kesildi ve her birinden aynı sada işitildi. Kabirler inledi, taşlar fasih bir lisan hâlini aldı. Üzerlerindeki yazılar da taşlarla ağız birliği etti. Allah’ın nefhasiyle dirilmiş olan bu heyûla mahşerini görünce hayale daldım. O geniş kabristan, dehşete uğrayan gözüme kıyamet âlemi göründü. Zamanı hiçe saymış olan ecdadımızın, kefenleri omuzlarında olarak teşkil eyledikleri cesetler kervanının huzur-i ilâhiden akın akın geçtiğini, korku ve ümit muhitinden kalkıp hayret makamında durduğunu gördüm. Kudret-i Rabbâniye karşısında mahlûkatın secdeye kapandığını görmek ne dehşetli imiş.

<p>152</p>

Kıyametten numune bu here ü merce hâkim olan âlem-i ulvî hatibi nihâyet göründü. Uzakta bir kabrin ayak ucuna oturmuş bir kadınla bir çocuk gördüm ki o kabri ziyarete gelmişlerdi. Çocuk «Tebareke» sûresini vecde tutulmuşçasına ezber okuyor, anası da göz yaşlarıyla onu dinliyordu, İlâhî; kelâm-ı celilin zemini titretirken o sakin ve sâkit kabir, nasıl bir manzara teşkil ediyordu. Çocuk hayatı, kabir de ölümü tasvîr eden bir levha idi. Şu canlı levhaya bak da kudret-i îlâhiyenin izhar eylediği tezadı seyret.

<p>153</p>

Biraz geçince o sesler sustu. Demin coşkun bir mahşer hâlini alan manzara gölgelenerek silindi. Kadınla çocuk âlemlerine çekildiler. Mezarlık da daimî sessizliğine gömüldü.