Su Gibi Geçen Yıllar - Kahraman Emmioğlu Kitabı. Yasin Topaloğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Su Gibi Geçen Yıllar - Kahraman Emmioğlu Kitabı - Yasin Topaloğlu страница 12

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Su Gibi Geçen Yıllar - Kahraman Emmioğlu Kitabı - Yasin Topaloğlu

Скачать книгу

Batı’da her şey pratik, hazır fast food. Mesela kapitalizmin en büyük icatlarından biri part time çalışma. Amerika’da veya İngiltere’de öyle bir düzen kurulmuş ki bir markete girip 5 saat çalışıp çıkarken örneğin 25 dolar alabiliyorsun. Oysa bizim toplumumuzda bu konuda pratiklikler gelişmemiş ve Gaziantep bu anlamda yeme içme kültürünün çok geliştiği bir yer. Bunu tenkit anlamında söylüyorum.

      Tabii ki ama bu konuda pratik olmak zorundayız. Evet hâkim olmak lazım da mahkûm da olmamak lazım. Biz, bizim insanlarımızın çoğuna bakıyoruz, mahkûm olmuş. Hâlbuki hâkim olmak lazım. Yemek içmek evet güzel bir şeydir, yani bizler için yemek bir zevktir. Sadece yaşamak için yemiyoruz. Yaşamak için yediğimiz gibi keyif etmek için de yiyoruz. Buna fazla da bir itirazım yok ama bunu hayatın gayesi olarak büyütmenin, böyle olması icap ediyor diye hayatının mihveri hâline getirmenin bir manası yok. Ne yazık ki zaman içerisinde öyle bir duruma gelmiş Gaziantep. Ama bundan sıyrılıyor. Ben son milletvekilliği seçimleri için Antep’e gittiğimde çok güzel bir manevi atmosferin oluştuğunu gördüm ve çok da sevdim.

      Bunu göçe mi bağlıyorsunuz? Biliyorsunuz, Gaziantep göç alan bir şehir. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Gaziantep çoraklaşıyor ve Küçük Buhara özelliğini yitiriyor. Sürece bağlı olarak şehir her anlamda kaybediyor. Zanaatkâr anlamında da bir zayiatı var Gaziantep’in. Epey bir süre orada üretim yapılamadı. Zanaatkârlar durdu. Sonra bu bir miktar galiba 12 Eylül sonrası göçlerle yeniden canlandı.

      Bu göçlerin sosyolojisini çok iyi tespit etmek lazım. Göçlerin Gaziantep’e ne getirdiği, ne götürdüğü konusunda derinlemesine bir sosyal araştırma yapıldı mı bilmiyorum. Yapılmadıysa mutlaka yapmak lazım. Benim haberim yok. Doğrusu şimdiye kadar bana böyle bir bilgi ulaşmadı. Ama çok ciddi bir araştırma yapmak lazım. Gaziantep’e doğudan gelen Kürt kardeşlerimiz yaptığım tespite göre iki ana gruba ayrılıyor. Birincisi dindar mele grubu. Bir ikincisi de zengin Kürt kardeşlerimiz. Bu ikisi de Gaziantep’i ihya etti. Neden Gaziantep’e bir üçüncü olarak şer belalı Kürt kardeşlerimiz gelmedi? Gelse bile çok az geldi. Gelenler fazla yaşayamadı, duramadı. Nereye gittiler? Mersin’e ve Adana’ya doğru gittiler. Sebep? Sebep bana göre biraz da iklim şartları, oranın atmosferi. Mesela Gaziantep iklim şartları itibarıyla biraz daha zor. Yaşamı biraz daha zordur.

      Daha uyanık kalmanız gereken bir şehir.

      Evet. Yaşamak için daha çok paraya ihtiyacınız olan bir şehirdir. Buraya zenginler geldi. Meleler ise geldikleri zaman bir çorak alan gördüler. Baktılar ki çorak burası. Buranın ihyası için kalmak lazım dediler ve kaldılar. Mesela ben doğrusu gerek İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki genel sekreterliğim sırasında Gaziantep’e gittiğimde gerek milletvekilliği sırasında devamlı şekilde o Kürt meleleri yani mollaları tek tek ziyaret ederdim, onlardan çok şey öğrendim. Doğrusu onlarla konuşmalarım gönlüme ferahlık verdi. Aralarında çok aydın insanlar vardı. Ben de çoğu zaman şaşırırdım. Hatta doğrusu ben müftülüğe gitmemiştim, Gaziantep’te müftüyü ziyaret etmemiştim hiç. Ama meleleri hep ziyaret etmiştim. Bir toplantıda müftü efendiyle karşılaştık. Müftü efendi bana dedi ki: “Sen geliyorsun, meleleri sürekli ziyaret ediyorsun, beni ziyaret etmiyorsun.” “Bak müftü efendi senin şu sözün sebebiyle seni ziyaret etmiyorum. Sen insanları böyle görüyorsun. Sen görüştün mü? Hâlbuki senin o melelerle görüşmen lazım. Görüşüp de onlardan akıl fikir aldın mı? Onların ruh dünyasını biliyor musun? Onların dünya konusundaki görüşlerini biliyor musun? Hiç gittin mi Allah aşkına?” dedim. Sustu. Çünkü o sırtını devlete dayamış, ahkâm kesiyor. Hâlbuki mele öyle değil. O insanlara dayanıyor, kendi esas fikriyatına dayanıyor, imanına dayanıyor. O yüzden de açıkçası benim için çok daha makbul insanlardı. Çok da keyifle gidiyordum. Oturuyorduk, sohbet ediyorduk. Her türlü sohbeti onlarla yapabiliyorduk. Allah hepsinden razı olsun. İşte bunlar Gaziantep’in havasını değiştirdiler.

      Siz biraz anladığım kadarıyla Gaziantep’in Buhara kimliğini kaybetmesi sebebiyle 90’lı yıllara kadar bir miktar şehre mesafeli durdunuz. Çünkü İstanbul’da ikamet ediyorsunuz ve dolayısıyla Gaziantep’i bir miktar buruk buldunuz. Buruk baktığınız bu şehir ile galiba 1994’te barışıyorsunuz.

      1994’te gittiğim zaman çok hoşuma gitti. Şunu söyleyeyim; 1976’da Sanayi Bakanlığı müsteşarlığına vekâlet ediyordum. Allah rahmet eylesin, o tarihte babam vefat etti. Gaziantep’e gittik; sabah namazına gideyim dedim, Allah seni inandırsın dört tane cami dolaştım, sabah namazında dört cami de kapalıydı. Cami bulamadım. Böyle şey olur mu? Ha! Bu ne demek? Bu körelmiş demek. Demek cemaat gelmiyor ki imam efendi yatıyor, gelmiyor. Müezzin efendi de camiyi açmıyor.

      Sizin bu gözlemlerinizden yola çıktığım zaman, galiba Ayasofya Camii de ilelebet müze olarak kalacak. Çünkü Tayyip Bey’e en son Kızılcahamam’da soruyorlar “Ayasofya ne zaman açılacak?” diye. Tayyip Bey de “Sultan Ahmet Camii bir dolsun, o zaman Ayasofya’yı açarız.” diyor.

      Allah selamet versin, bana göre yanlış bir düşünce. Çünkü Ayasofya meselesi cemaat meselesi değildir. Onu bir kere tespit etmek lazım. Ayasofya bir fetih sembolüdür. Bu sembolden hareket ederek Ayasofya’nın açılması lazım geldiği inancındayım. Açık söyleyeyim, hemen arka tarafındaki Aya İrini’yi de kilise yapmalı, Ayasofya’yı da tekrar ibadete açıp cami yapmalı.

      Burada biraz da nostalji var galiba. Çünkü sizin neslinizle bizim çocukluğumuz “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın!” özlemiyle dolu bir nesil.

      Birazcık da ben meseleye gene mühendisçe bakıyorum aslında. Mademki burası Fatih Sultan Mehmet Hazretleri’nin fetih sembolü olarak cami yaptığı bir yer, mekândır, Fatih Sultan Mehmet Hazretleri geldiğinde elbette Sultan Ahmet Camii yoktu. Yani cemaat de bulamazdı. Çünkü çevre henüz daha Müslümanlarla dolu değildi. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. O zaman da cemaat yoktu. Cemaat yoktu diye oranın cami yapılmaması diye bir şey olmaz. Şunu da söyleyeyim, bu sembol hadisesine aslında Hristiyanlar çok daha fazla ağırlık veriyorlar. Mesela İslam ülkelerinin birçok yerlerinde hiçbir tebaası olmayan yerlerde kilise açıyor adamlar. Sırf sembol olarak, oranın Hristiyanlığa açık bir mahal olduğunu göstermek için. Ki Ayasofya’nın yanında Sultan Ahmet ve birkaç tane daha cami var. Ama buranın zihin oluşumunun sebebi fetih yapan, bu şehri bize kazandıran o hakanın yapmış olduğu, sembolik olarak, orayı cami ihdas etmesidir.

      Burada şöyle bir ilginçlik var: Bu Ayasofya Camii’nin neden müze olduğu konusu çok tartışılmaz.

      Tartışılmaz çünkü herkes biliyor aslında onun için. Bu iş çok enteresandır; biz ne zaman mağlup olmuşsak galipler bize dinî konuda mutlaka bir şey yaptırmışlardır. Bir misal söyleyeyim: Ruslar şimdi Yeşilköy dediğimiz Ayastefanos’a kadar geldiler. İngilizler baktılar ki Osmanlı’yı Ruslara teslim edecekler. Hemen duruma derhâl el koydular ve Ruslara karşı çıkarak, “anlaşın” dediler. Ruslar da baktılar ki pabuç pahalı, hemen Osmanlı’yla anlaşma yoluna gittiler. Ayastefanos Muahedesi yapıldı. Ayastefanos Muahedesi’nin en önemli maddelerinden bir tanesi ne biliyor musun? Taksim’e bir kilise yapılmasıdır. Taksim’e gidin, şöyle bir sırtınızı Gezi Parkı’na dayayın ve şöyle bir bakın. Her gidişimde gözlerim yaşarır benim. Orada bir beyaz kilisenin yüksek olduğunu görürsünüz. O kilise Ayastefanos Muahedesi’nin dayattığı bir kilisedir. Niye yani! Ne var yani! Ruslar oraya bir kilise koymakla kuş mu kondurdular? Hayır. “Bizim burada hakkımız, bizim burada düşüncelerimiz var.” sembolünü oraya oturtturdular. Bunun karşılığında Osmanlı

Скачать книгу