Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt. Ahmet Cevdet Paşa

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt - Ahmet Cevdet Paşa страница 22

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt - Ahmet Cevdet Paşa

Скачать книгу

Buna aykırı hareket etmemek üzere ant içtiler.

      Bu yüzden Haşimoğulları, Müslüman olsun veya olmasın, hepsi, Şi’b-i Ebu Talib’de sanki kuşatılmışlardı. Fakat Ebu Leheb, onlardan ayrılarak diğer kâfirlerle beraber oldu.

      Şi’b-i Ebu Talib, Mekke’de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğduğu bir mahalledir. Haşimoğullarının evleri hep oradaydı. İlk önce başkanları Abdül-Muttalib olduğundan o mahalleye Şi’b-i Abdi’l Muttalib denirdi. Ondan sonra Ebu Talib kavmin başkanı olunca Şi’b-i Ebu Talib dendi.

      Bu defa Ebu Leheb’den başka bütün Haşimoğulları, Ebu Talib ile beraber orada kalıp, diğer Kureyşlilerle görüşmekten ve aralarına karışmaktan kesildiler. Öteki mahallelerde evleri olan Müslümanlar da mahalle ve semtlerini terk ederek oraya çekildiler.

      Haşimoğulları, akrabalık gayretiyle Resul-ü Ekrem’i düşman şerrinden korumaya çalışır ve Müslümanlar ise daima Hazreti Peygamber’in çevresinde pervane gibi dolaşırlardı. İşte o sırada, yani peygamberliğin sekizinci senesinde “Ay’ın parçalanması” mucizesi meydana geldi.

      Kureyş’ten bazıları, mehtaplı bir gecede Resul-ü Ekrem’den mucize istediler. O da dua etti, Ay iki parça oldu. Öyle ki bir parçası bir tarafta, diğer parçası başka bir tarafta görüldü.

      O hâldeyken Resul-ü Ekrem, “Ey falan ve filan! Şahit olunuz.” diye buyurdu ve oradakiler, Ay’ın öylece ikiye bölündüğünü hep gördüler.

      Müşrikler, yani Allah’a ortak koşanlar yine iman etmeyip, “Bu da Muhammed’in gösteregeldiği sihirlerden biridir.” dediler. Eskisi gibi Müslümanlara, belki bütün Haşimoğullarına düşmanlık etmeyi sürdürdüler.

      Şi’b-i Ebu Talib’de Müslümanların kuşatılması iki yıldan fazla sürdü. Bu durum onlara pek çok sıkıntı verdi. Çünkü Müslümanlardan biri pazara gitse müşrikler dayanılmaz derecede eza ve cefa ederdi. Hac mevsiminde tüccardan biri, Haşimoğullarıyla alışveriş etmeye kalksa engel olurlardı.

      Kısacası Müslümanlar, çarşı ve pazarda serbest gezemezlerdi. Hz. Ali bile o zaman Resul-ü Ekrem’in mutlu evinde bulunduğu hâlde Müslümanlığını belli etmiyor, gizliyordu. Ama Hz. Hamza (r.a.) kılıcı sayesinde Müslümanlığını açıklayarak istediği yerde gezip dolaşıyordu. Hz. Ömer ise müşriklerle karşı karşıya gelerek korkusuzca uğraşırdı.

      Bütün ashabın büyüğü olan Hz. Ebu Bekir (r.a.), Kureyşliler içinde çok hatırı sayılır bir kişi olduğu hâlde, o bile kavmi tarafından soğuk karşılanıyordu fakat asla aldırmayıp, müşriklerin sözlerine bakmayıp açıkça namaz kılardı. Baştan beri İslam’a faydalı gördüğü kişilere el altından çağrıda bulunurdu.

      Kureyşlilerin Müslümanlar hakkında bu derece sertlik göstermeleri, onları İslam dininden döndürmek, hiç olmazsa İslam dininin daha çok ilerlemesini engellemek içindi. Düşünmüyorlardı ki güneş balçıkla sıvanmaz, Allah’ın (c.c.) yaptığı mum, onların soğuk nefesleriyle sönmez.

      Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, Müslümanlar bildiğinden şaşmıyor, din gayretleri kuvvet buluyor, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mucizeleriyle İslam dini her tarafa yayılıyordu.

      Müslümanlar, sonsuz âlem olan ahiret mutluluğuna erişmek için bu geçici âlemi, yani dünyayı hiçe sayıp, dinleri uğrunda her şeyi bir kenara itmişler; kimi yurtlarını bırakarak Habeşistan’a gitmiş, kimi de her türlü tehlikeleri göze alarak Ebu Talib Mahallesi’nde kuşatılmış gibi kalmayı benimsemişlerdi.

      Diğer akıl ve insaf sahipleri de onun mucizelerini görerek, hak peygamber olduğunu bilerek; birer birer imana gelmekteydi. Çünkü son peygamber, geçmiş milletlerin hâllerinden habersiz bir kavmin içinde, âlimleri bulunmayan bir şehirde büyüdü. Başka ülkelere giderek ders almadığı, herkesin bildiği bir şeydi. Kısaca Nebiy-yi Ümmi idi.

      Hâlbuki yüce Allah (c.c.) vahiy ve başka yollarla, kimselerin bilmediği nice ilimleri bildirir; Tevrat, İncil ve diğer kutsal kitaplardaki emirleri doğru olarak haber verirdi. Bu durum, onun peygamberliğine yeter bir delil olup, başkaca ispata hacet yokken, daha nice nice mucizeler gösterdi.

      Fahr-i Âlem’in mucizeleri pek çoktur. Onları saymaya ise bu kitabın imkânı yoktur. Ama fırsat geldikçe bazıları anlatılmış, bazılarının da bundan sonra sırası geldikçe bahsedilmesi uygun görülmüştür.

      En büyük mucizelerinden biri, belki birincisi Kur’an-ı Kerim’dir ki kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü her asırda, halkın gözünde her ne itibar bulmuş ve meşhur olmuşsa, o asırda gönderilen peygamberin mucizeleri de ona göre olurdu.

      Mesela Musa (a.s.)’ın zamanında sihirbazlık çok şöhret bulduğundan, yüce Allah (c.c), onun asasını ejder yapmak gibi, sihirbazlara üstün gelecek mucizeler verdi.

      İsa (a.s.)’ın zamanında ise hikmet ve tıp ilmi fazlasıyla itibar gördüğünden, yüce Allah (c.c), onu körlerin gözlerini açmak ve ölüleri diriltmek gibi doktorların yapamayacağı mucizelerle gönderdi.

      Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) saadet asrında ise şiir ve hatiplik, çok itibar ve şöhret bulmuştu. Arapların gerek şehirli olanları, gerek göçerleri arasında fesahat ve belagat, insana ayar taşı, fazilet ölçüsü olmuştu. Nitekim daha önce belirttiğimiz gibi Araplar birbirlerine karşı fesahat ve belagat ile övünürler, kimi muallekat-ı seb’a, yani yedi askı ashabı gibi eşsiz kasideler söyleyerek öteki şairlere meydan okurlardı. Kimi Suk-u Ukâz Panayırı gibi büyük toplantılarda halka vaaz ve nasihat yollu güzel hutbeler okurlardı. Şehirlerde düzgün fesahat ve üstün belagat olduğu gibi, göçerler de gayet ölçülü, sade ve güzel şiirler, hutbeler meydana getirirlerdi. Hepsi de şiir olsun veya olmasın, etkileyici sözler söylerdi.

      Bundan dolayı Fahr-i Âlem’e belagatin, yani edebiyatın en yüksek tabakasında olan bir kitap indirildi. Onun gibisini meydana getirmekten, hiç olmazsa bir suresine benzer bir şey söylemekten bütün şair ve hatipler âciz kaldı.

      Hâlbuki sure sure ve ayet ayet indikçe, Resul-ü Ekrem onu ümmetine bildirir, “Buna benzer bir söz söyleyemezsiniz.” diyerek bütün şair ve hatiplere meydan okurdu.

      O sırada, “Bu Kur’an’ın eşini meydana getirmek üzere bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı olsalar da onun benzerini meydana getiremezler.” manasına gelen ayet geldi.

      Kur’an-ı Kerim’i inkâr eden, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı çıkan bunca şair ve hatipler içinden bir kişi ya da grup çıkıp da onun kısa olan bir suresinin bile benzerini ortaya koyamadı.

      Ayetlerin bazısında az kelimenin çok manaya işareti var. Ve bazısındaki uzun uzun anlatışta ise bambaşka bir güzellik ve tatlılık var. Buralarını ancak şair, edip ve hatipler bilir, layıkıyla zevkine onlar varır. Kur’an-ı Kerim’i tekrar tekrar okumakla insana hoşnutluk ve tatlılık gelir. Okudukça okuyası gelir. Oysa bir şiir ya da düz bir yazı, ne kadar güzel olsa da birkaç kere okuduktan sonra insan usanır.

      Bunun içindir ki edip, şair ve hatiplerden akıl ve insafı olanlar, hemen İslam ile şereflendiler. İmana gelmeyenler ise insan gücünün dışında bir söz olduğunu açıkça söyleyip, itiraf edip, karşı durmayı bırakarak bir yana çekildiler.

      Nitekim

Скачать книгу