Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt. Ahmet Cevdet Paşa

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt - Ahmet Cevdet Paşa страница 23

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt - Ahmet Cevdet Paşa

Скачать книгу

dönüp, “Sizin içinizde şiirin ne olduğunu benden iyi bilen kimse yoktur. Şiirin her çeşidini ve cin şiirlerini hepinizden güzel bilirim. Muhammed’in okuduğu söz, bunların hiç birine benzemez. O söz, her söze üstün gelir. Ona hiçbir söz karşı çıkamaz.” dedi.

      Yine bir gün Hz. Muhammed (s.a.v.), Harem-i Şerif’in bir köşesinde otururken, diğer tarafta da Kureyş müşrikleri oturuyorlardı. İleri gelenlerinden Ebu’l-Velid diye bilinen Utbe İbn Reb’ia, diğerlerine, “Ne dersiniz gidip de Muhammed’e biraz öğüt versem, ‘Bizden ne istersen verelim ve seni istediğin rütbeye eriştirelim. Tek bizim tanrılarımıza söz etme, dinimize karışma ve saldırma.’ desem, ola ki kabul eder de aradan bu çekişme gider.” deyince, “Ne zararı var, bir kere nasihat ediver.” dediler.

      Utbe, Resul-ü Ekrem’in yanına gitti. O yolda birçok sözler söyledi, aklınca hayli nasihat etti. Resul-ü Ekrem, “Sözün bitti mi?” diye sordu. Utbe, “Evet.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem, “Öyleyse şimdi beni dinle.” diye buyurdu.

      Hemen, “Bismillahirrahmanirrahim. Hamim tenzilün minerrahmanirrahim.” diye Secde Suresi’ni okumaya başladı. Secde ayetine gelince, kalkıp secde etti. “İşittin mi ey Ebe’l Velid!..” dedi. Utbe, “İşittim. İşte sen, işte O.” diyerek yerinden doğruldu ve bozuk düzen dostlarının yanına gitti.

      Ne oldu? diye sordular. “Hiç sormayın. Bir söz işittim ki ömrümde benzerini işitmemişim. Allah’a yemin ederim ki bu söz şiir değil, sihir değil, kâhinlik değil, ey Kureyşliler! Beni dinlerseniz bu adamı kendi hâline bırakınız.” dedi.

      Kâfirler, bunca mucizeleri görüp, arka arkaya inen ayetleri işitip Resul-ü Ekrem hakkında ne diyeceklerini şaşırdılar. Kimi mecnun, kimi kâhin, kimi şair, dedi. Hiçbirinin yakışık almadığını kendileri de anladılar. Hatta Kureyş kavmi, İslam dininin etrafa yayılmasından korktukları için, bir sene hac mevsimi geldiğinde bir yere toplandılar. “Her taraftan Arap kabileleri gelmek üzeredir. Muhammed hakkında ne diyeceksek ona karar verelim ve sözü bir edelim de birbirimizi yalana çıkarmayalım.” dediler.

      İçlerinden bir kısmı, “Kâhindir, diyelim.” deyince, Mugireoğlu Velid, “Kâhin değildir. Sözleri asla kâhin sözüne benzemez.” dedi. “Öyleyse mecnundur, diyelim.” dediklerinde, Velid İbn Mugire, “Mecnun, desen kim inanır? Onda asla delilik işareti yok.” dedi. Bunun üzerine bazıları, “Şairdir, diyelim.” deyince, Velid İbn Mugire, “Şair değildir çünkü şiirin bütün çeşitlerini biliriz. Onun sözleri, bu çeşitlerin hiçbirine ne uyar ne de benzer.” dedi. “Şair değilse, büyücü, diyelim.” dediklerinde ise Velid İbn Mugire, “Büyücüye neresi benzer? Okuyup üfürmesi yok, düğüm bağlaması yok, büyü işlerine benzer bir işi yok. Bu yüzden büyücü de diyemeyiz.” dedi. “Öyleyse ne diyelim?” dediler. Velid İbn Mugire, “Ne demeli bilmem fakat şu söylediğiniz sözlerin hiçbirisi yakışık almaz. Hangisi söylense inanılmaz.” dedi.

      Özetle Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hakkında ne diyeceklerine bir türlü karar veremediler çünkü peygamber demekten başka yakışık alır bir sıfat bulamadılar. Buna da razı olamadılar.

      Resul-ü Ekrem ise her sene hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp çevreden gelen kabilelere, “Ey falan oğulları!” diye, hepsine uygun olarak seslenerek, yerine göre uygun düşen ayetleri okur, onları Hak dine çağırırdı. Böylece kabilelerden birçok kişi İslam’la şereflenmekte ve İslam dini, Arabistan’ın her tarafına yayılmaktaydı.

      Hatta Selemeoğulları Kabilesi’nden birkaç yiğit Mekke’ye geldi. Bazı Kur’an ayetlerini dinleyip, hemen Hz. Muhammed’in önünde Müslüman oldular. Sonra dönüp yerlerine gittiler. Resul-ü Ekrem’in vasıflarını diğerlerine anlattılar. Bunlardan birisinin babası olan Amr İbn Cemüh, oğluna, “O şahıstan işittiğin sözleri bana söyle.” demiş. O da Fatiha Suresi’ni okumuş. Amr İbn Cemüh, “Ne güzel sözdür. Öbür sözleri de böyle güzel midir?” diye sormuş. Oğlu, “Daha güzelleri var.” diye cevap vermiş.

      Bedevi Araplardan biri Hicr Suresi’nin, “Şimdi sen emrolunduğun şeyi çatlatırcasına bildir.” şeklindeki 94. ayet-i kerimesini işittiği zaman secdeye varmış; “Bu sözün fesahatından secde ettim.” demiş. Bir diğeri Yusuf Suresi’nin, “Yusuf’tan ümitlerini kesince fısıldaşarak tenhaya çekildiler.” manasındaki 80. ayet-i kerimesini işittiği vakit, ”Ben şehadet ederim ki hiçbir mahluk buna benzer bir söz söyleyemez.” demiş.

      Ebu Zer Radiyallahü Anh Hazretleri’nin imana gelmesine sebep de bu idi. Kendisi meşhur şairlerden olup, kardeşi Enis ise şiirde ondan ve benzerlerinden daha üstün idi.

      Enis Mekke’ye gelip gitmiş ve biraderi Ebu Zer’e, Fahr-i Âlem Hazretleri’nin ahval ve vasıflarını açıklamış.

      Ebu Zer, “Halk, onun hakkında ne söylüyor?” diye sormuş. Enis de “Şairdir, kâhindir, sahirdir, diyorlar. Ama ben kâhinlerin sözünü işittim ve çeşitli şiirlerle kıyas ettim. Vallahi hiçbirine uymaz ve bundan sonra ona şair demek kimsenin ağzına yakışmaz. Kısacası Muhammed (s.a.v.) doğru sözlü, diğerleri yalancıdır.” diye cevap vermiş. Onun üzerine Ebu Zer Radiyallahü Anh da hemen İslam ile müşerref oluvermiştir.

      Hakikatte Kur’an-ı Kerim ne nazımdır ne nesirdir. İkisinin dışında bir kelam-ı latiftir ve baştan sona fasih ve beliğdir. Bütün ayet-i kerimeler, belagat bakımından aynı derecede olmayıp, bazısının bazısına nispetle belagatçe derecesi daha yüksektir. Fakat tamamı mucizedir. Yani bir benzerini getirmekten insan âcizdir.

      İlk zamanlarda Arap edebiyatçıları Kur’an-ı Kerim ayetlerini birtakım şiirlerle mukayese etmişlerdir. Nihayet hiçbirine ve belki insan sözüne benzemediğini anladılar.

      Fakat Muallekat-ı Seb’a (Yedi Askı) yine Kâbe duvarında asılı durup, ara sıra okunur ve fesahat ve belagat konusunda dile getirilir idi.

      Belagat tabakalarının en yüksek derecesinde bulunan, “Ey yer, suyunu çek. Ey gök, suyunu tut.” manasına gelen ayet inince şair ve edipleri çok etkiledi, bunun etkisi sanki iliklerine kadar işledi. O zaman İmrü’l-Kays’ın kız kardeşi sağdı, o ayeti işittiğinde, “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri de övünülecek yerde duramaz.” diyerek gitti, İmrü’l-Kays’ın kasidesini Kâbe duvarından indirdi. Onun alt tarafında asılı duran şiirlere hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.

      Ondan sonra artık övünme ve şöhret meydanında yalnız Kur’an-ı Kerim kaldı. Kur’an’ın belagatinin etkisiyle bütün edip ve şairler şaşkın ve suskun oldular. Pek çokları Kur’an-ı Kerim’in Allah sözü olduğunu kabullenip, yüce manasına kalpten bir samimiyetle inandılar.

      Müminler İslam dini uğrunda her şeyi bir yana bırakıp, kimileri Habeşistan’a göç ile vatanlarından, tanıdıklarından ve dostlarından vazgeçtiler; kimileri Ebu Talib Mahallesi’nde çevrilmiş olup, kâfirlerin eza ve cefasına katlandılar.

      Kureyş ileri gelenleri, bunca mucizeler görmüş ve Kur’an’ın edebî yüceliği kendilerini aciz ve hayrete düşürmüşken, inat ve inkârlarında daha çok ısrar edip, inatları dolayısıyla Allah’a ortak koştular, sapıklıkta kaldılar.

      O zamanlar Arap kavmi, ayrı ayrı aşiret ve kabilelerden meydana geliyordu. Her aşiret ve kabilenin de başkanları olup, idare tamamen onların ellerindeydi. İşte onlar, kavim ve kabilelerinin başkanıyken, içlerinden

Скачать книгу