Hürrem Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

pervane gibi değil, ruhu dudağına gelmiş bir hasta hâlinde ona yaklaşmak ve bu muhtazır ruhu sevgilisinin tebessümünden alacağı şifayla yerine çevirmekti.

      Piri Paşa, bütün hazırlıkların tamamlandığını bu vaziyette hünkâra haber verdi:

      “Padişahım.” dedi. “Üç yüz gemi yelken açmak, yüz bin asker de yürüyüşe geçmek için emrini bekliyor!”

      O, uzun sürmüş bir rüyadan uyanır gibi şöyle bir silkindi, ruhi zindeliği bir anda gözlerine toplandı, herhangi bir zaafın izlerini taşımayan gür sesiyle kararını tebliğ etti:

      “Yarın ordunun başındayım. Donanma iki gün sonra çıksın!”

      Hafsa Sultan, “Bize duayı unutmayın.” diyerek elini öpen oğlunun alnına dudaklarını koyarken fısıldadı:

      “Hürrem’i bir kez görmek istemez misin aslanım?”

      “O yüreğimde ve göz bebeklerimde. Demek ki her saniye kendisini görüyorum. Hüner, beni ona göstermektir. Sen kendisini yanına al, Üsküdar’a geç, Doğancılar Sarayı’ndan onunla birlikte alayı gör.”

      Ve annesinin kulağına eğildi:

      “Hürrem’in beni tanımasını, ilkin padişah ve sonra âşık olarak tanımasını isterim. Bu zahmet de sana düşer.”

      Ve Haseki Mahidevran başta olmak üzere birkaç saraylıyla konuşmadı, oğlu Mustafa’yla da ancak bir saniye oyalandı, doğru kıyıya indi, kayığa bindi. Bu inişte ve binişte, saraydan kaçış gibi bariz bir istical seziliyordu. Mahidevran, yüreğini bastıra bastıra, şehzade Mustafa nemli gözlerini aça aça bu hâle hayretini izhar ediyorlardı. Yalnız Hürrem, Valide Sultan dairesinin bir köşesinde onu, kayıtsız gibi görünen bakışlarla, takip ve teşyi eden Hürrem, şu kaçışa benzeyen uzaklaşıştaki sırrı apaçık görüyordu. Henüz on yedi yaşında bulunan esir, bu kudretli erkeğin kendisiyle karşılaşmaktan korktuğunu anlamıştı ve için için gülmüştü. Çünkü aşktan kaçanların maşuklarını daha çabuk bulmak için koştuklarını, her kadın gibi o da biliyordu.

      Hürrem’in böyle görüp böyle düşünmekte hakkı vardı. Süleyman onunla yüz yüze ve göz göze gelmekten, bütün manasıyla, korkuyordu. Tanınmamış âlemlerin esrarını taşıyan o gözlerin önünde, sınanmamış zevklerin tadını vadeden o dudakların karşısında sersemleşip kalıvermekten ve padişahlık vakarına yakışmaz tenezzül irtikâp etmekten ürküyordu. O sebeple gözlerini önüne eğerek dehlizleri aşmış ve saraydan kaçar gibi uzaklaşmıştı.

      Fakat kayığa biner binmez korkudan ve telaştan sıyrıldı, tabii rengini alan gözlerini etrafa çevirdi. Şimdi bir ruh değişikliği geçiriyordu, yeri ve göğü bambaşka görüyordu. İçinde oturduğu saltanat kayığı sanki bir refrefti, onun benliğini berkî bir hızla uçuruyor, yükseltiyor ve baş döndürücü bir miracın heyecanına kavuşturuyordu.9

      Bu değişiklik ve bu hissî yükseliş, deniz üzerinde serilip uzanan haşmetli manzaradan ileri geliyordu. Önünde, ardında; sağında, solunda dizi dizi kayıklar vardı ve onların taşıdığı gök demire bürünmüş alay alay insan, yekpare bir kalp gibi kendini selamlıyor ve apaçık bir köle bağlılığıyla kendine karşı boyun kırıyordu.

      Daha ötede filo, renk renk alay bayraklarına sarılarak selam vaziyetinde kendisinin geçmesini bekliyordu. Baştarda, Türk gücünün harekete geçişini seyir için ölçülmez derinliklerin böğründen fırlayıp ortaya çıkmış bir deniz perisi gibi göz alıcı bir ihtişam içinde nazlı nazlı sallanıyor; kapudaneler, patronalar, riyalalar bu sallanışı yelpazeler gibi zarif bir ahenkle yavaş yavaş kımıldanıyordu. Güneş, bu azametli filoyu yakında görmek ve onun bağrından genç tâcidarın köpüklerle bezenmiş yoluna dökülen alkışları yakından duymak için sanki yere ağıyor ve kamaşmış bir göz gibi sahnenin üzerinde yanıyordu.10

      Miğferler, zırhlar, kalkanlar, mızraklar, altın ve gümüş kitabeler, renk renk bayraklar, çeşit çeşit fenerler Türk donanmasına başka bir heybet veriyordu. Süleyman, işte bu haşmetin ve bu heybetin içine getirdiği inşirah içinde hakiki bir miraç zevki alıyordu. Bir aralık gözünü geriye, Sarayburnu’na doğru çevirdi ve mağrur bir itimatla gülümseyerek için için söylendi:

      “Hürrem işte bu aynada beni görecek, beni tanıyacak!”

      Donanma toplarının velvelesiyle teşyi olunarak Üsküdar’a adım attığı, ordunun alkışlarıyla karşılandığı anda yine Hürrem’i düşünüyor ve onun hayalini selamlaya selamlaya ata binerek asker safları arasından otağına doğru yürüyordu.

      Üsküdar o tarihte pek bakımsızdı. Ne bugünkü camileri, hamamları, ne de yüz yıl önceye kadar yaşayan kervansarayları, imaretleri vardı. Meşhur olan çeşmeleri, sebilleri de o devirde henüz yapılmamıştı. Şemsipaşa, Salacık semtleri de boştu, yaz günlerinde yüzmeye gelen gençlerden başkasının uğrağı değildi. Doğancılar’da bir saray bir de han vardı. Han, doğan besleyip satan kimselerin barındıkları yerdi, saray mirî binalardandı.

      Rodos’a gidecek ordu işte bu kasabanın dört yanını işgal etmişti ve Albahadır, Secah, Kadıköy bağlarının çevreleri hep çadırla bezenmişti. Hünkârın otağı da şimdi Orta Valide Camisi’nin bulunduğu bayır üzerine kurulmuştu. Doğancılar Sarayı buradan görülebiliyordu.

      Sultan Süleyman yeniçeri ve sipahi alaylarının arasından geçerek otağına ulaştı ve ilk emir olarak sadrazama şu tebliğde bulundu:

      “Validem gelecek. Rikâbında bulun, menzile ilet, kendisini iyi gözet. Zinhar sıkılmasın.”

      Onun sıkılmamasını istediği mahluk, anası değil, Hürrem’di. Fakat ötekini zikredip berikini kastediyordu ve bu mahrem tahatturdan ayrıca bir zevk alıyordu. Bununla beraber oraya Hürrem’le meşgul olmak için gelmediğini de unutmuyordu. O sebeple Piri Paşa’yı savdıktan sonra iki Mustafalar dediği paşaları yanına çağırttı.

      Bunlardan biri vezirdi ve kendisinin eniştesiydi, öbürü henüz vezir değilse de paşa unvanını almış bir yiğitti, Yaylak lakabıyla anılıyordu.

      Süleyman, yer öpüp divan duran iki Mustafa’dan ilkin eniştesi olana yüzünü çevirdi:

      “Bak paşa…” dedi. “Bu sefere serasker oldun, gözünü dört aç, adımlarını tarta tarta at. Büyük ceddim Fatih, Rodos bozgunundan dönüşte Mesih Paşa’yı asmamış, üç tuğlu vezirlikten çıkarıp Gelibolu’ya yollamış. Ben böyle yapmam, adadan, bozguna uğrayıp dönecek olan paşaların derisine saman doldururum. Bunu bil de iyi davran!”

      Ve sonra Yaylak Mustafa Paşa’ya döndü:

      “Serasker paşa, hem adaşın hem yoldaşındır. İkiniz de saraydan yetiştiniz. Birbirinize yan bakmayın, kardeş gibi davranın. Donanmayı sana, öncü orduyu da ben gelinceye kadar ona bırakıyorum. El ele verin, candan çalışın, adayı bir iyi sarın.”

      Onlar el ve yer öpüp filoya iltihak etmek üzere ayrıldıktan sonra huzura Hasodabaşı İbrahim girdi. Zeki nedim, efendisinin önüne bir yığın kâğıt koyarken çapkın bir

Скачать книгу


<p>9</p>

Refref, İslam ananelerine göre Peygamber Muhammet’in göğe çıkışında binmiş olduğu ilahi mahmildir, cennetten gelmiştir.

<p>10</p>

Eski Türk donanmasında başamiral gemisine baştarda ve onu takip eden birinci, ikinci, üçüncü amiral gemilerine kapitana, patrona, reale denirdi.