Hürrem Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

başka ve çok başka bir varlık olup ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de mübalağa sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.

      Hünkâr, henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse hünkârı aramıyordu, aramaya lüzum görmüyordu. Çünkü her nefer, bir hünkârdı. Bu hakikat eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir kudretle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir numunesi olduklarında şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.

      Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek; bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere ve enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşünü temaşaya dalarken Sultan Süleyman da çadırından çıktı, sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların vücuda getirdiği bin renkli müteharrik hale içinde orduyu takibe başladı. Atlı, yaya yüz bin, hünkârın yürüyüşünü seyrederek vecde düşmüş olan halk, bütün kudretini yine o ordudan alan padişahın da geçişini alkışlıyordu. Bu alkışlar, uzaklaşmış olan orduya yollanan son selamlardı ve hünkârın şahsına ait olmaktan ziyade önde giden yüz bini hünkârın izlerine dökülüyordu.

      Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhından daha sert bir çehre taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o mağrur gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz hâlinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle gözlerden saklı tutuyorlardı. Hünkârın kaderi değiştiren, kazayı yenen kudreti şu duvarlara şeffaf bir sima veremezdi.

      Süleyman, atını biraz daha yavaş sürmeye başlamış, oradan uzaklaşmamak ister gibi görünür olmuştu. İşte o sırada ve saray kapısının tam önünde ihtiyar bir kadın, kalabalık arasından fırladı, peykleri ve solakları geçerek hünkârın yanına kadar geldi, üzengisine yapıştı:

      “Dur!” dedi. “Beni dinle!”

      Padişahın, rikabında yürüyenler bu cüretin nasıl cezalandırılacağını tahmin etmeye çalışırlarken Süleyman, dizginleri çekti, kendini orada alıkoymakla bahtiyar eden kadının ellerini öpmek ister gibi davranarak şen şen sordu:

      “Söyle anacığım, söyle. Kulağım sende, derdini sıkılmadan anlat.”

      Üsküdarlı kadın, elini üzengilerden çekmedi, yanık yanık söylenmeye koyuldu:

      “Bu gece yatağıma girerken üç keçim, iki koyunum, birkaç bakırım, bakracım, kilimim, minderim vardı. Uyandığım vakit bunları aşırılmış gördüm. Şimdi ne sağacak malım, ne sarınacak şalım var. Beni soydular, soğana çevirdiler, kuru hasır üzerinde bıraktılar. Elim böğrümde kaldı. Allah, diyorum başka bir şey demiyorum. Erim yok, dölüm yok. Kimsesiz bir eksik eteğim. Ne edeyim, nasıl geçineyim?”

      Süleyman, bu saf şikâyeti dinlerken gözlerini saray kapısından ayırmıyordu. Bir aralık kapıdaki kafesimsi işlenmiş iki üç tarassut deliğinin kımıldanır gölgelerle kapanıp açıldığını sezdi, için için titredi. Demek ki kapının ardında insanlar vardı ve bu minimini deliklere gözler yapışıktı. Kendisi Hürrem’in -alay seyretmek üzere- bu saraya getirilmesini emrettiğine göre deliklerde oynaşan gözlerin bir çifti de onun olsa gerekti. O hâlde Hürrem, oradaydı ve kendini görüyordu, dinliyordu.

      Bu seziş onu sarhoş ettiğinden şikâyetçi kadınla latife etmek istedi. Maksadı kapı önünde biraz daha gecikmek ve Hürrem’e biraz daha yakın kalmaktı. O emelin ibramiyle sordu:

      “Evine giriyorlar, koyunlarını keçilerini melete melete alıp götürüyorlar, ne bulurlarsa bohçalayıp aşırıyorlar. Sen duymuyorsun? Bu kadar ağır uyku olur mu ya?”

      Latifeyi tekdir olarak telakki eden bağrı yanık kadın, ellerini üzengiden çekti, gözlerini hünkârın yüzüne dikti:

      “Uyuyordum.” dedi. “Çünkü seni uyanık sanıyordum!”

      Sert ve yüksek bir sesle savrulan bu cevabın ağırlığı dinleyenlerin başlarını göğüslerine eğdirirken Sultan Süleyman sürekli bir kahkaha patlattı:

      “Hakkın var.” dedi. “Biz uyumasak bu işler olmaz. Suç hırsızlarda değil bizdedir. Çalınan malı ödemek de bize düşer.”

      Ve harem ağalarından birine emir verdi:

      “Bu kadını valideme götür, bir kese altın versin, bir de ev alıp bağışlasın.”

      Süleyman, Hürrem’e doya doya yüzünü göstermiş olmaktan ve minimini deliklere yapışık gözlerinden sızan ışığı ruhuna sindirmekten doğma bir inşirah içindeydi, evi soyulan kadına bir ev değil, bir ülke bağışlasa azımsayacaktı. Kadın da memnundu, dili döndüğü kadar dua ve teşekkür ediyordu. Halk ise hünkâra vazife dersi veren kadını imrene imrene alkışlıyordu.

***

      Ordunun Üsküdar’dan sonra ilk menzili Maltepe’ydi. Sultan Süleyman orada donanmanın Marmara’ya süzülüşünü seyretti. Üç yüz parça gemi, şişirilmiş yelkenlilerle bir sürü kuğu kuşu gibi denizi yarıp gidiyordu. Bu gidişte, yarın alev olup düşman kalelerini yakacak beyaz ve kudretli bir tebessümün uçuşu seziliyordu. Ordu, o her neferi bir hükümdar kadar heybetli görünen ordu, kendilerinin ardından koştukları zafer perisinin konakladığı bucakları denizden sarmaya giden gemileri “Yaşa!” sesleriyle Maltepe zirvelerinden teşyi ederken padişah otağına çekildi, menzil cetvelini bir daha gözden geçirdi, sonra başını ellerinin içine aldı, uzun uzun Hürrem’i düşündü ve birden vecde gelerek kaleme sarıldı, anasına heyecanlı bir mektup yazdı, küçük kıza iyi bakmasını rica etti ve kâğıdın sonuna şu satırları kondurdu:

       Yeniçeri kullarım, sipahilerim, bütün askerî tayfa sevinç için de. Yarın yapılacak savaşlar bu yiğitleri şimdiden mest ediyor. Ben de sabırsızlanıyorum, bir ayak önce Rodos’a varıp düşma na saldırmak istiyorum. Fakat yarını bugüne getirmek iktidarı mız dâhilinde değil. Biz güne hâkim olamıyoruz, günler bize ta hakküm ediyor. Bundan da canım sıkılıyor, içime gazel düzmek hevesi çöküyor. Bizi duayla anmanıza vesile olsun diye kaleme aldığımız beyitlerden birini işte yazıyorum. Hürrem Türkçe öğ renmiş olsaydı sizinle bile okur ve şevke gelirdi. Bununla beraber kendisine beytimizin tadını hissettirmeniz münasip olur. Yüreği mize gaybi ilhamla sanih olan söz şudur:

      Sûrei velleyl okurdum dün nemazi şâmda

      Zülfün andım dilberin, nittim, ne kıldım bilmedim

      O, dilber kelimesi yerine Hürrem kelimesini açıkça kullanamadığından dolayı enikonu hayıflanıyordu. Fakat Yavuz’un karısı olmak haysiyetiyle şiir inceliklerini kavrayabilecek kadar olgunlaşan annesinin dilberden maksat ne olduğunu anlayacağını umarak müteselli oluyordu.

      Bir yükten kurtulmuş

Скачать книгу