Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

büyük kıta arasındaki bu hicran gediği, on binlerce yıldan beri sayısız hadiselere şahit olmuştur. Hatta İran şehinşahı Dara’nın oğlundan dayak da yemiştir. O büyük hükümdar, milyonluk ordusunu boğazdan geçirmek üzere kurdurmuş olduğu köprünün yıkılmasından gazaba gelerek denize bin değnek vurdurmuştu. İnsanların şu suretle dayağını da yemiş olan boğaz, derinliklerinde taşıdığı bütün hatıraların başına elbette bu yüzücülerin menkıbesini geçirmiştir. Enselerinde yatağan, sırtlarında dağarcık, şanlı bir ülküyü canlandırmaya koşan kahramanların hikâyesini Çanakkale Boğazı’na baktıkça okumak her duygulu Türk gözü için her zaman kabildir.

      Zaman, azmin oyuncağıdır. Mesafe, iradenin kölesidir. Bizim kahraman yüzücüler de zaman mefhumunu dileklerine ram etmişler, geniş bir mesafeyi topuklarına çiğnetmişler ve denize girdikleri zaman erişilmez gibi görünen karşı yakayı elle tutulacak hâle getirmişlerdi.

      Evet, Rumeli kıyıları artık bütün şekilleriyle görülüyordu. Ay, saatlerden beri seyrettiği bu hamaset4 levhasını başka ufuklara hikâye etmeye gidiyor, son yıldızlar, açıp kapanarak yüzgeçleri alkışlıyor, açığa çıkan sahil, musafaha için açılan bir kucak gibi kahramanları bekliyordu. İnce Balaban, hedefin bu kadar yaklaşması üzerine dayanamadı, kuvvetli bir nara attı:

      “Açıl ulu toprak, biz geliyoruz!”

      Bu şen naraya denizin yüreğinden kopar gibi akseden gür ve tannan bir ses cevap verdi:

      “Biraz yavaş Balaban, ardında yoldaş var!”

      Aygud’un, karşı sahili yakalamak için ileri uzanmış sanılan uzun kolları birden geri çekildi. Kara Abdurrahman, yüzmeyi bırakarak başını geri çevirdi. İnce Balaban homurdandı:

      “Vay canına. Bu kıyının balıkları konuşuyor. Fakat adımı nereden öğrenmişler?”

      Sesin kaynağını anlamak için ellerinden gelse ayağa kalkıp etrafı gözden geçireceklerdi yahut denizin dibine inip araştırmalar yapacaklardı. Üçü de şaşırmıştı. Bulundukları yerde muvazenelerini muhafaza ederek bön bön duruyorlardı. Biraz sonra kuvvetli kolların denize çarpmasından doğma bir seda kulaklarına ve üç büyük gölge gözlerine çarptı. Artık boğazda yüzenlerin kendilerinden ibaret olmadığı ve arkalarından üç Türk’ün daha geldiği anlaşılmıştı. İnce Balaban, yüz kulaç kadar geride bulunan gölgelere bakar bakmaz haykırdı:

      “Ay, Oyvad da var! Hem palazıyla5 beraber!”

      Doğru söylüyordu. Bizim yüzücülerin izinde yüzen üç yeni yolcudan birinin sırtında bir tümsek görünüyordu. Yarı karanlıkta büyücek bir kamburu andıran bu çıkıntı, İnce Balaban’ın keşfettiği gibi meşhur sipahi Oyvad’ın beş yaşındaki oğluydu. Oyvad, çocuğunu, yürümeye başladığı günden beri yanından ayırmazdı, muharebelere bile beraber götürürdü. Arkadaşları bu hâlinden dolayı kendisiyle şakalaşırlar, çocuk hakkında birçok teşbihler yaparlar ve yavrucağa birçok isimler takarlardı. Palaz tabiri o teşbihlerin, o isimlerin en nezaketlisiydi.

      Delikanlılar, Oyvad’ın oğlunu da sırtına alarak, kendi izlerinde yürüdüğünü gördükten sonra yanında bulunanları tanımakta güçlük çekmediler. Kendileri nasıl bir sacayağı teşkil ediyorlardı, Oyvad’ın da gölge gibi kendisinden ayrılmayan iki arkadaşı vardı: Kara Boğa, Yaralı Doğan!.. Onların da bu deniz aşma işinde Oyvad’a yoldaşlık ettiklerine şüphe yoktu.

      Bu anlayış üzerine Kara Aygud titizlendi:

      “Çocuklar…” dedi. “Koşalım, önümüzü aldırmayalım!”

      Şimdi hızla yürüyorlar, denizi hırpalaya hırpalaya ilerliyorlardı.

      Arkadan gelenlerden önce karaya varmak için âdeta kanatlanmışlardı. Geride bulunanlar onların kısa bir duruştan sonra hızlı hızlı yüzmeye başladıklarını, aralarındaki açıklığın gittikçe çoğaldığını görünce maksadı kavramışlar ve bağırmışlardı:

      “Koşma Aygud, düşersin!”

      İnce Balaban, yürüyüşünü kesmeden cevap verdi:

      “Siz bizi boşlayın, kendinize bakın. Çünkü yol dikenlidir, karışmam.”

      İki takım yüzücü birkaç yüz metre uzakta bulunan sahile birbirlerinden önce varmak için olanca kuvvetlerini sarf ediyorlardı. Boğazı yüzerek geçmek fikrini ilk ortaya atan kendileri olduğu cihetle Kara Abdurrahman ve arkadaşları bu şerefi öbürlerine kaptırmamak istiyorlardı. Ötekiler de fıtri bir dilekle ve harp meydanlarında elde edilmiş bir alışkanlıkla öne geçmeye savaşıyorlardı. Türk’ün yaratılışında önde bulunmak zevki, daima üstün kalmak emeli pek bariz surette görülür. Harika sayılacak birçok hadiselerin en birinci amili bu atılganlıktır. Yüzücülerimiz de aynı ruhi meyelanla neşeli bir rekabete girişmişlerdi. Fakat Kara Abdurrahman’la arkadaşları, ellerinde bulunan üstünlüğü muhafaza etmekte güçlük çekmediler, aradaki mesafe farkını kaybetmeyerek hedeflerine doğru uçtular ve nihayet sahile geldiler.

      İnce Balaban, kumsallara ulaşır ulaşmaz ellerini sahile yapıştırdı.

      “Rumeli, Rumeli!” diye haykırdı. “Tuttum seni! Artık bizimsin!..”

      Delikanlıların ilk yaptıkları iş, dağarcıklarını açıp giyinmek oldu. Ağız tarafı kendi cinsinden çift astar taşıyan bu sağlam deri, elbiselerin ıslanmasına engel olduğu için yolcularımız günlük kıyafetlerini kolaylıkla almışlardı. Şimdi sıraya dizilerek öbür yolcuları bekliyorlardı. Onların da yanaşması gecikmedi. Önde yavrusuyla Oyvad, arkasında Kara Boğa ve daha sonra Yaralı Doğan, sahile adım attılar. Oğlunu, dağarcığıyla beraber, sırtından indiren Oyvad, çıplak ve ıslak kollarını göğsünde kavuşturdu.

      “Olmadı!” dedi. “Sizi çepök çalıp karşılayacaktık, ağzınızı bir karış açık bırakacaktık. Kara Boğa geç kaldı, oyunumuz bozuldu.”6

      İnce Balaban, henüz beş yaşında bulunan sipahizadeyi belinden yakalayarak yüzünün hizasına kadar kaldırdı:

      “Palaz!..” dedi. “Bu gece tam yüzdün. Allah vere de yanımızda yanlışlığa uğrayıp derin yüzülmese!”

      Babası bir taraftan giyiniyor, bir taraftan Balaban’a cevap veriyordu:

      “Sevindik’in derisi babasınınkinden kalındır, kolay kolay yüzülmez.”

      Ve sonra latifeye hamlolunamayacak kadar ciddi bir sesle ilave etti:

      “Bize at gerek!”

      Muhterem okuyucularımıza bu üç şöhretli sipahiyi de takdim edelim: Oyvad, Kara Aygud’dan da iri bir adamdır. Şu kadar ki meşrepçe ona hiç benzemez. Konuşkan ve atılgandır. Aygud’la tam bir tezat teşkil eder. O, yalnız yavrusunu değil, neşesini de her gittiği yere beraber götürür. Söyler, söyletir. Güler, güldürür. Hâlbuki Aygud, teşbih caizse, sessiz bir bulut mehabetine maliktir. Yıldırımlarını içinde saklar ve sükûnetiyle de etrafına korku dağıtır.

      Her

Скачать книгу


<p>4</p>

Hamaset: Yiğitlik, kahramanlık, cesaret. (e.n.)

<p>5</p>

Palaz: Kaz, ördek, güvercin vb. bazı kuş yavrularının civcivlikten sonraki durumu. (e.n.)

<p>6</p>

Eski Türklerden birçoğunun “Kara” lakabıyla anılmalarına belki hayret eden bulunur. Bunun sebebi esmerliğin şarkta pek makbul olmasından başka bir şey değildir. Türk kudretinin nüfuzu altında yetişen meşhur Acem şairi Hafız bile sevgilisinin esmerliğiyle iftihar eder ve şöyle der:

An siyeh çerde ki şirini-i âlem ba ôst

Çeşm-i mey-gün leb-i handan dil-i hurrem ba ôst

Birçok Türk uluları bu lakabı -kıvanç duyarak- taşımışlardı. Karesi (Kara İsa), Kara Yusuf, Kara İskender, Kara Yülük gibi. Türkler bu sıfatı araziye ve kasabalara vermişlerdir: Karacadağ, Karahisar gibi!

Kızgın güneşler altında -bütün bir hayat- pala sallamış ve gaza aşkıyla, ülke ülke dolaşmış olan kahramanlara, esmerlikten başka renk nasıl yakışmazsa halkın idraki için de bu renge hayran olmamak yakışık almazdı (Kara şiddet, ululuk, büyüklük ifade ettiği gibi yön de gösterir: Karadeniz). (y.n.)