Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

şahlana şahlana yürüyormuş ve köy dışında da başlarına bir şeyler yıkılacakmış gibi şuursuz bir koşuşla sahile doğru yuvarlanan karışık kütle, altı Türk’ün heybetli endamını görür görmez duraladı, ağlayan gözlerin yaşı birdenbire kurudu, inleyen dudaklar sustu, yüzlerce insan, taş kesilivermişçesine hareketsiz kaldı. Türkleri börklerinden ve bilhassa yatağanlarıyla palalarından tanıyan köylüler, kendilerini evlerinden, barklarından uzaklaştıran zelzeleyi onların yaptıklarına zahip olmuşlardı. Kumsallar üstünde dimdik duran bu altı Türk, sanki birer volkandı ve bu volkanların, bellerinde kuşandıkları yıldırımlar kâfi gelmiyormuş gibi, bugün ellerine birer de zelzele aldıkları görülüyordu.

      Kara Abdurrahman, her hakikati ve her ihtimali kucaklayan derin bakışlarıyla sahneyi bir müddet süzdü, “Allah böyle istedi.” diye mırıldandı ve sonra görgülü bir kumandan gibi hareket ederek arkadaşlarına vazifelerini gösterdi:

      “Haydi Oyvad, Doğan, Boğa, ileri!.. Biz bu sürüyü eğleriz. Siz köyü tutun!”

      Üç sipahi, elleri palalarında, seğirterek geçerken kadın ve erkek bütün köy halkı diz çökmüşlerdi. Rumeli’nin fatihlerini selamlıyorlardı. Onlar, iki üç yüz kişilik şaşkın kütleye ne müstehzi ne merhametli bir bakış atmaya lüzum görmeyerek köye doğru koşuyorlardı. Sevindik, o minimini Türk de kısa adımlarının müsaadesi nispetinde, heybetli sipahilere ayak uyduruyordu, tabiatıyla geri kaldığı için üç kişilik kıtanın dümdarı8 gibi görünüyordu.

      Kerpiçten yapılma kalesi zelzelenin kuvvetli darbeleriyle baştan başa yıkılmış olan bu sahil köyü, meşhur Çempe idi. Bugün Çanakkale Boğazı’nı geçenler üç sipahinin beş yüz yetmiş küsur sene evvel yıkık kalesinin ayakta kalabilen tek bir kulesine Türk bayrağını asmış oldukları Çempe köyü yerinde Akbaş kariyesini görürler.9

      Köylüler, zelzelenin iliklerine ve şuurlarına verdiği sarsıntıdan sıyrılmışlardı, Türk yüzü ve Türk silahı görmekten ileri gelme yaman bir korkuyla zangır zangır titriyorlardı. Üç sipahinin yanlarından geçişi, gözlerine dolgun mevcutlu bir alay askerin akışından daha uzun görünmüştü. Oyvad’la arkadaşları, hatta dümdarları köye girdikleri hâlde onların ayaklarından çıkan ve zelzeleyi de bastırmış görünen kuvvetli ses, henüz kulaklarında uğulduyordu.

      Dizleri yerde, kolları havada, korkuyla karışık bir tezellülle, put gibi hareketsiz duruyorlardı.

      Abdurrahman, atsız sipahilerin köye girmeleri üzerine arkadaşlarına döndü.

      “Haydi Aygud, Balaban…” dedi. “Sıra bizim.”

      Ve onları yanına alarak ağır ağır ilerledi, Çempelilerin yanına kadar geldi, Bizans diliyle emir verdi:

      “Kalkın, dizilin!”

      Yarı çıplak halk, kendilerini köyden dışarı atan zelzelenin daha kuvvetlisini şimdi yüreklerinde hissediyorlardı. Kara Abdurrahman’ın iki kelimelik iradesi hepsinin canını ağızlarına getirmişti ve bir ipe bağlı yüzlerce kukla gibi hepsi birden ayağa kalkıvermişti. Abdurrahman, kadınlarla erkeklerin nispetsiz surette karışık olduklarına dikkat ederek amir sesini bir daha yükseltti:

      “Ev ev ayrılın, dişi, erkeğini bulsun! Çocuklar babalarına yanaşsın!”

      Bu emri yerine getirmek köylülerce kolay olmadı. Can korkusu hepsinin idrakini altüst ettiği için karılar kocalarını bulamıyordu. Bu sersemliği, yine Türk muharibin kuvvetli sesi giderdi:

      “Eşini bulamayan denizi boylar!”

      Artık herkesin idraki düzelmiş, gözlerin seçme ve tanıma kuvveti yerine gelmiş, denize atılmak korkusu o perişan kütleye şuur getirmişti. Şimdi Çempe halkı ev ev kümeleniyordu, erkekler eşlerini ve çocuklarını yanına alarak sıraya giriyordu. Kara Abdurrahman ihatalı bir bakışla bu ilk tutsakları saydı ve arkadaşlarına döndü:

      “Altmış dokuz ev, iki yüz yedi baş. Her birimize otuz dört baş düşüyor. Büyük yoldaş Sevindik için de üç adam kalıyor. Böyle paylaşalım mı, yoksa bunların topunu birden Oyvad’la arkadaşlarına mı bırakalım?”

      Kara Aygud reyini verdi:

      “Payımız onların olsun.”

      İnce Balaban da aynı fikirde bulundu ve üstelik vakit geçirilmeden ileri gidilmesini, kalelerde gedik açmak suretiyle kendilerine kılavuzluk eden zelzeleden istifade olunmasını teklif etti. Kara Abdurrahman, öbür yakaya dil göndermek meselesini yine hatırladı:

      “İyi ama…” dedi. “Ötede dil bekliyorlar.”

      Münakaşa tazelenmek üzereydi. Ne Aygud ne Balaban geri dönmek niyetinde olmadıklarını, Abdurrahman da kolaylıkla ellerine geçen Çempe gibi yakın köylerden hiç olmazsa bir tanesinin daha işgal olunabileceğini düşündüğü için öteye haber uçurmak işine şekil vermek müşkül görünüyordu. Üç arkadaş bu nazik mevzuyu ne suretle idare edeceklerini ayrı ayrı düşünürken altmış dokuz parça hâlinde sıralanan Çempeliler hep birden denize bakmaya başlamışlardı. Sırtlarını suya çevirmiş olan delikanlılar, iki yüz çift gözün ansızın denize dikildiğini görünce başlarını döndürdüler ve iki gölgenin, ayakta durarak sahile doğru ilerlediğini gördüler.

      İnce Balaban gülümsedi.

      “İşte…” dedi. “Bu yahşi… Denizi yürüyerek geçiyorlar.”

      Aygud, keskin gözlerini engine dikti ve biraz sonra haber verdi:

      “Sal!..”

      Çempeliler, böyle teker teker denizi geçen kahramanların teker teker bütün Rumeli şehirlerini zapt edeceklerine çoktan iman getirdikleri için her Türk’ün ayağı dibince koca bir kalenin yıkılışını temaşa ediyorlardı. Onların zihinlerinde atalar mirası olarak yaşayan hurafeler, bu güzel denizi kimlerin gelip geçtiğine dair belledikleri masallar, son yıllarda cazibelerini kaybetmişti. Truva efsaneleri, Agamemnon hikâyeleri, Safu tekerlemeleri, on binler gevezeliği zavallı köylüler için uyuşturucu birer gıdaydı. Binlerce ve binlerce adam, uzun bir zaman bu hurafelerle idraklerini beslemişler ve mevhum kahramanların vârisleri olduklarına inanarak kendilerini dalaletle sürüklemişlerdi. Ancak Türk savletinin10 başlamasıyladır ki gözlerindeki gaflet perdesi düşmüş, efsanelerin yaşattığı mağrur itimat göçmüş ve bu muhitte yepyeni bir uyanıklık belirmişti.

      Çempeliler de o gaflet dünyasına mensup biçarelerdi ve Türklüğün ancak harikalar yaratıcı bir kuvvet olduğuna, yirmi otuz yıldan beri inanıyorlardı. Bu inanç pek derin ve pek engindi. O derece ki, kendilerini sıraya dizen şu üç Türk’ün kayıklarla, yelkenlilerle sahile geldiklerini görseler şaşacaklar ve alelade fânilere yakışan bu geçiş tarzını onlara layık bulmayacaklardı. Şimdi de Aygud’un sal dediği şeyin bir kilim, bir seccade olabileceğini ve bir kısım Türklerin de öyle bir nesneye binerek denizi aşmakta olduklarını tevehhüm ediyorlardı.

      Böyle bir kuruntu onlar için zaruriydi. Çünkü asırlardan beri vehmî ve hayalî bir âlem içinde yaşamışlardı. Türklerle temasta bulunmak sayesinde, Paris’in bir hayal,

Скачать книгу


<p>8</p>

Dümdar: Artçı. (e.n.)

<p>9</p>

Çempe yahut Çempi veya Çemni, Nara Burnu’nun karşısındadır. İlk fatihler devrinde bu kaleye verilen isim Virancahisar’dı. Sonraları orada Gündüz Alp’in oğlu Akbaş’ın (Akdemir Bey) defnolunması üzerine köyün ismi Akbaş’a çevrilmiştir.

Çempe’nin alınışı kitaplarda başka türlü yazılıdır. Tam tarih bakımından -evvelce de söyledik- Türklerin Rumeli’ye geçişleri hem tekerrür etmiş bir hadisedir hem gemi iledir. Salla geçiş son müverrihlerce kabul olunmuyor. Fakat o devrin gaza iştahından ilham alınarak ve müspet harikalar göz önünde tutularak o iştaha ve o harikalara mülayim surette ileri sürülen tasavvurlar hoş görülmelidir. (y.n.)

<p>10</p>

Savlet: Şiddetli saldırı, hücum. (e.n.)