Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

ölümün insafsız ağzına doğru tırmanmaya çalışır gözüken çocuğu muhakkak bir felaketten korumak için bağırıyorlardı:

      “Küçük, düşeceksin. Tırmanmayı bırak, kapıya gel!”

      O, dilsiz ve sağır rolünü unutmayarak bu çığırışları işitmemiş gibi davranıyordu. Kara Abdurrahman, kolları göğsüne bağlı ve gözleri alev dolu, onun yükselişine bakıyordu. Mülteciler de seslerini ve nefeslerini keserek aynı temaşaya daldıkları için yanı başlarındaki düzme Bizans köylüsünün gözlerinde yanan endişeyi göremiyorlardı. Macera sever ve cesur delikanlı helecanını yenmeye çalışarak ve gözlerinin ışığıyla Sevindik’in ellerini, kollarını kuvvetlendirmek istiyormuş gibi bütün benliğini çocuğun hareketine bağlayarak üzüntülü dakikalar geçiriyordu.

      Artık ne kaledeki ne dışarıdaki halk arasında çık yoktu. Herkes yedi yaşında bir çocuğun dümdüz bir duvar üzerinde yürüyüşünü, heyecanlı bir rüya yaşar gibi, seyrediyordu. Kral kudretli muhafız da karısı da çocuğu da halkla beraber kalenin o cephesinde bulunuyorlardı. Endişeli bir sükûn, helecanlı bir merak binlerce kişiyi pençesine almıştı ve Sevindik, işte bu umumi hayret arasında yükselişine devam edip gidiyordu.

      Cesur çocuk, nihayet son irtifaya geldi. Bir saniye sonra ellerini duvarın üzerine, düzlüğe koyacak ve kaleye girmiş olacaktı. Bu durumda muhafız kumandan kendini tutamadı, koştu, küçük sipahinin ellerine yapışarak yukarı çekti, alnından öperek bağırdı:

      “Senin gibi bin çocuğumuz olsa bu memleket kurtulurdu!”

      Ve onun akıllara durgunluk verecek kadar güzel bir mahluk olduğunu görünce de karısını çağırdı.

      “Bak…” dedi. “Allah neler yaratıyor. Hüneri gibi kendi de güzel!”

      Sevindik, saray terbiyesi almış adamların takdirini kazanacak bir nezaketle boyun kırdı, boynundaki bez pusulayı çıkardı, işaretle onu kime vereceğini sordu. Kumandan bu tuhaf mürekkepli arzuhâli gülerek aldı ve çocuğun dilsizliğinden duyduğunu elemi karısına anlattı:

      “Her güzelin bir kusuru olur derler. Doğruymuş. Bu yavrunun dili yok!”

      Sevindik, o anda bütün Dimetokalıların yüreğini kazanmış olduğundan getirdiği iltimas da reddedilemez bir mahiyet almıştı. Kale kumandanı bu sebeple güzel çocuğu yanında alıkoydu, kapıların açılarak mültecilerin içeri alınmasını emretti. Biraz sonra, Türk korkusuyla yurtlarını bırakıp yollara düşen birkaç yüz sersem köylü ve onlarla beraber Kara Abdurrahman, Dimetoka’ya girmiş bulunuyordu.

      Kumandanın ilk işi Abdurrahman’la görüşmek oldu. Nereden geliyorlardı, ne suretle ulaşmışlardı. Türkler hakkında ne gibi bilgileri vardı?.. Bu noktaları birer birer sordu. Kara Abdurrahman’ın cevapları zaten hazırdı. Ganos Dağı eteklerindeki bir köy halkından olduklarını, Türklerin bu dağ yakınlarında ilerlemeye başlamaları üzerine Rados’a (bizim Tekirdağ) kaçtıklarını, Türklerin oraya da gelmeleri yüzünden serseri bir duruma düştüklerini ve nihayet Übros’un (bizim Meriç) beri tarafına geçtiklerini anlattı. Sevindik hakkında da “Bu çocuk benim yeğenimdir, kardeşimin oğludur. Babası para canlı bir adamdır. Türklerle alışveriş edip bire on kazanmak isterdi. Onun için karşı yakaya, boğazın öte kıyısına mal götürürdü, Pega’dan (bizim Biga) Nise’ye (bizim İznik) kadar dolaşır, dururdu. Küçük İlya’yı da hem alışverişe alıştırmak hem Türklere ısındırmak için yanında bulunduruyordu. Çocuk bu gidişlerde, gelişlerde birçok şeyler öğrendi. Türkler onu daha beş yaşındayken ata bindirdiler, cirit oyununa soktular, tepelere tırmandırdılar, suda yüzdürdüler. Allah ıslah etsin, kendilerine benzettiler. Habis oğlan şimdi bir Türk gibidir. Ne attan yılar ne itten. Ele sığmaz, avuca sığmaz. Biz can korkusuyla taban teperken o, yol boyunca şeytanlık düşünüyordu. Fakat bir iyiliği vardır. Eli kanda olan adamları ne yapıp yapıp güldürür. O kadar akıllıdır, hünerlidir. Dili olsaydı imparator hazretlerine nedimlik yapabilirdi.” dedi.

      Kara Abdurrahman bu tekerlemeyi söylerken Dimetoka Kalesi kumandanının karısı, gözleri yana yana delikanlıyı süzüyordu. O yırtık pırtık elbise içinde, o derme çatma başlık altında parlayıp duran muhteşem gençlik, şöyle böyle bir kraliçe sayılan madamın derece derece dikkatini uyandırmıştı.

      Kara Abdurrahman’ın yüzü kirliydi, saçları pasaklıydı, ayakları çamurluydu. Fakat kaşları, gözleri, dudakları, pazıları, göğsü, bütün bu kirler arasında, tozlara bürünmüş elmaslar gibi, göze çarpıyordu. O, kumandanın önünde korkak ve miskin bir vaziyet almıştı. Konuşurken beli bükülüyor, sesi titriyordu. Fakat o kuvvetli vücudun bu eğilişinde servilerin başlarını eğmeleri gibi garip bir azamet, o sesin titreyişinde, ahengini saklayan bir rüzgâr kudreti seziliyordu.

      Kumandan, dilsiz İlya’nın hüviyetini -güya- öğrenmekle meşgulken karısı da bu mahrem temaşaya dalmıştı ve korkak tavırlı, aslan yapılı delikanlının bedenî olgunluğunu ölçmeye savaşıyordu. Ne kir ne çamur ne pejmürdelik ondaki dolgun kıymetleri örtemiyordu. Kadın, kendi cinsine has olan derin görüşle bu kıymetleri birer birer görüyor ve etrafa yükseklerden bakmaya çalışan kocasıyla şu delikanlı arasındaki farkın, yaratılış farkının azametini zerre zerre emiyordu.

      Karısının neler düşündüğünü kavrayamayan Dimetoka kumandanı, Kara Abdurrahman’ın pürüzsüz bir Bizans lehçesiyle anlattığı hikâyeyi çalımlı bir sükûn içinde dinledi.

      “Çocuktan…” dedi. “Hoşnut olmadığın anlaşılıyor. Seni ondan, onu da sefaletten kurtarırsam memnun olur musun?”

      Kara Abdurrahman yerlere kapanır gibi göründü:

      “Allah ikbalini artırsın. Bu lütfunla beni kendine köle etmiş oluyorsun.”

      “Öyleyse İlya’yı bana ver. Oğlumun soytarısı olsun.”

      Genç ve güzel kadın, kıvrak sesiyle söze karıştı:

      “Yeğenini alıp bu sefil köylüyü yalnız bırakmak günahtır. Onu da bir işe koy ki yaptığın iyilik tam olsun.”

      Kral salahiyeti, kral çalımı ve kral düşüncesi taşıyan kumandan, bir lahza dalgın kaldı, sonra gülümsedi.

      “Hakkın var Mari.” dedi. “Bu yurtsuz delikanlıyı da kayırmak lazım. Kendisini ahır uşağı yapmak münasip mi?”

      “Bahçıvana yamak versen daha iyi olur. Köylü bir genç, ata bakmaktan ne anlar?”

      “O hâlde iş bitti demek. Dilsiz İlya bizim Emanoel’i eğlendirecek, amcası da bahçede çalışacak. Nasıl delikanlı, memnun musun?”

      Kara Abdurrahman, iki üç dakikadan beri kumandanın kendisiyle yaşıt olan oğluna yanaşarak dilsiz işaretleriyle şaklabanlığa girişen küçük Sevindik’i gösterdi.

      “Bakın…” dedi. “İlya vazifesine başladı. Ben de çapayla küreğe yapışmak için emrinizi bekliyorum.”

      Bir köylüden beklenmeyen bu zarif cevap, kumandanın değil, fakat karısının dikkatini celbetti. Artık kendi sarayında çalışacak olan kirli dilberi tepeden tırnağa kadar süzerek sordu:

Скачать книгу