Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

beylerdi. Onlar, çarçabuk hazırlattıkları bir salla yüzgeç delikanlıların izlerine düşmüşlerdi. Şarktan garba doğru esen hafif bir rüzgâr bu çok sade ve çok nazik nakil vasıtasını sürükleye sürükleye aynı noktaya, altı Türk’ün çıkmış olduğu sahile getirmişti. Beyler, hayli uzaktan karadaki kalabalığı görmüşler ve endişelenmişlerdi. Bu endişe yüzünden yerlerinde oturamadıkları için de ayağa kalkmışlardı. İki gölgenin denizde yürür gibi görünmesi işte bu kalkıştandı. Onlar, coşkun kanlı gençlerin bir felakete uğramasından korktukları cihetle yaklaşır yaklaşmaz kumlara atladılar ve bağırdılar:

      “Hayrola çocuklar, savaş mı var?”

      Kara Abdurrahman, güle güle cevap verdi:

      “Savaş filan yok, şu köylüler selamınıza duruyor.”

      Çempelilerin vaziyeti bu cevabın kuvvetini artırdığından her iki bey geniş birer nefes aldılar, mübarek sahneyi gözden geçirmeye koyuldular. İşte, yaşlarının yekûnu bir asrı doldurmayan üç delikanlı, birçok asırların hatıralarını taşıyan şu topraklar üzerinde, Türk hâkimiyetini kurmuşlardı. İki bey, iki yüz küsur esirin miskin durumunda bu parlak hakikati görüyorlar ve derin bir sevinç içinde bahadır delikanlıları alkışlıyorlardı:

      “Berhudar olun çocuklar, ilk av temiz olmuş!..”

      Ufukta bütün azametiyle belirmiş olan güneş, bu alkışa iştirak ediyor gibiydi ve biraz sonra Çempeliler, her iki beyin önünde, o civar kalelerine dair mükemmel malumat veriyorlardı.

      II

      DİLSİZ İLYA

      Ace Bey’le arkadaşlarının geri dönüp gördüklerini Süleyman Paşa’ya söyledikten sonra verilen karar üzerine başlayan salla geçme hareketinin tasvirini tarihe terk ediyoruz ve okuyucularımızdan, bizimle beraber Burgaz önüne kadar gelmelerini, orada cereyan eden bir muharebeyi seyretmelerini istiyoruz. Dimetoka Kumandanı Mihal’le Edirne Muhafızı Vice-Roi Dimitri İştovan tarafından Burgaz civarındaki Türk kuvvetleri aleyhine yapılmak istenilen bir baskın, tasvir etmek istediğimiz harbi doğurmuştur.

      Dimetoka ve Edirne kumandanları saray üstünlüğünün verdiği güvenle bu baskını tasarlamışlardı. Onlar, on bin kişilik bir ordu, Türklerse bin kişilik bir müfreze teşkil ediyorlardı. Her iki kumandan, Termopil önlerinde üç yüz kişiyle üç milyonluk ordular tarumar eden kahramanların damarlarındaki kanı, hiç su karışmamış biçimde, taşıdıklarına iman getirmişler gibiydi. Çünkü ortadaki rakamlar, on binle bin, böyle bir iman yaratacak kadar sarihti. Fakat ihtiyatlı davranmamak da ellerinden gelmediği için açık bir taarruz yerine baskın yapmayı tercih ediyorlardı.

      Burgaz önündeki Türk müfrezelerinin başbuğluğu sipahi Oyvad’a verilmişti. Kara Abdurrahman, Kara Aygud, Kara Boğa, İnce Balaban ve Yaralı Doğan da onunla beraber bulunuyorlardı. Kendilerine bir baskın hazırlandığı haberi gelir gelmez Oyvad, bütün arkadaşlarını topladı.

      “Baskın var!” dedi. “Nidelim?”

      Aygud’un cevabı kısa oldu:

      “Söz kılıcındır, bize susmak düşer!”

      Abdurrahman, bu düşünceyi eksik buldu:

      “Düzene düzen gerek.” dedi. “Biz de pusu kurmalıyız.”

      Boğa, Balaban ve Doğan aynı mülahazayı ileri sürdüler, başbuğu da fikirlerine meylettirdiler. Yoldaşlar meclisinin kararı, Aygud muhalif olmak şartıyla, şu şekilde tecelli ediyor demekti: Baskın yapacakları baskına uğratmak!.. İşte seyredeceğimiz harp budur ve biz, Bizanslıların güya tepeden inme bir saldırışları üzerine yüz gösteren heyecanlı bir çarpışmaya şahit olacağız.

      Vakit erkendi. O kadar ki son yıldızlar henüz sönmemişlerdi. Ortalığa alaca bir karanlık hâkim. Baskın yapmak suretiyle gaflet içinde yakaladıklarına zahip oldukları Türklerin umduklarından da az mevcutlu, topu topu üç yüz kişi olduğunu görüp anlamak Bizanslıların cesaretini artırdığından neşeli naralarla ortalığı çınlatıyor, bir hamlede şu üç yüz Türk’ü yok etmek azmiyle şen şen saldırıyorlardı.

      Türkler şaşkın görünüyorlardı, öteye beriye dağılıyorlardı. Şurada on beş, beride yirmi, daha ötede elli kişilik kümeler var. Birbirlerine bağlı görünmeyen bu gruplar, kendilerinin on ve belki yirmi misli düşmanla ayrı ayrı pençeleşiyor. Ümitsiz çarpıştıkları belli, şu kadar ki hiçbir küme yerini bırakmıyor, geri çekilmiyor, en tuhafı, içlerinde ölen de yok. Her Türk yıkılmaz bir ağaç gibi sert ve dik. Dört taraftan başlarına indirilmek istenen kılıçlar, en küçük bir bere bile açamıyor, teker teker kırılıyor. Bu sebeple baskıncıların bir kısmı silahsız kalıyor ve selameti geri çekilmekte buluyor.

      Bu, Türklerin sayı bakımından üstün kuvvetler önünde ustalıkla tatbik ettikleri “Canlıkale” tabiyesiydi. Uzun bir saat bu tabiye devam etti, baskıncılar yorulmaya başladı. Kumandanlar, evvelce dağılış, kaçmaya hazırlanış sandıkları bu dört köşe, dört köşe ayrılışın kıymetini, ehemmiyetini yavaş yavaş anlamışlar, kötü kötü düşünmeye koyulmuşlardı.

      İşte bu sırada, sağdan soldan müthiş bir velvele koptu, bölük bölük Türk’ün iki yandan da sahneye atıldığı görüldü. Baskınlarının baskınla karşılandığını gören Bizanslılar sayıca üstünlüklerinin elden çıktığı korkusuyla cesaretlerini kaybederek ve karşılarındaki Türk kümelerini bırakıp yeni gelenlere göğüs vermeyi de beceremeyerek bocalarken o yirmişer, otuzar kişilik murabbalar birdenbire açılmış, yayılmış, önlerine gelen Bizanslıları doğramaya başlamıştı.

      Bu harbin ertesi günü yazılan zafernamenin şu fıkralarından vakıanın hakikatini daha canlı surette anlayabiliriz.11

      “Nagâh sehere karib kefere-i fecere meydana dökülüp dürtüşmek ve döndürüşmek üzere iken pusuda olan mücahidler, kâfirin iki tarafını alup aslan sığına (İri ve benekli geyik demektir.), kurd koyuna dokunur gibi yanların kuşadıp kılıç sunduklarından hemen her birin bir tarafa dağıdup sabah oldukta…”

      Evet, o günleri bizzat yaşamış olan kâtibin dediği gibi sabah oldukta on bin kişilik büyük ordudan kalan yadigâr, bir sürü başsız cesetle birkaç yüz esirden ibaretti. Üst tarafı çil yavrusu gibi dağılmıştı.

      Rumeli yakasında ilk kaleye ilk olarak Türk bayrağını astığı için “sipahi yiğitbaşılığı” ile mükâfatlandırılan Oyvad Bey, bu parlak zafer sonunda tutsakları dizi dizi sıralarken Kara Abdurrahman yanına sokuldu:

      “Oyvad…” dedi. “Bir şey tasarlıyorum.”

      “Hayrola!..”

      “Sevindik’i bana yoldaş eder misin?”

      “Vay, benim oğlan sana yoldaş olacak kadar büyük mü? Vallahi bilmiyordum.”

      “Tam çalışacak çağdadır. Artık terkiye binmekten vazgeçsin, bizimle dolaşsın.”

      “Gizli bir iş mi var, bir yere mi aşacaksın?”

      “Biraz

Скачать книгу


<p>11</p>

Feridun Bey münşeatı, c. 1, s. 71.