Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

at bu hakiki Herkül’ü taşıyamaz ve o, kendisini taşımak kudretini gösteren atları da ayaklarından yakalayarak, bir kuzu kaldırır gibi, iki metre yükseltir. Bu iriliğine ve bu müthiş kuvvetine rağmen o da Yaralı Doğan gibi Oyvad’ın her emrine boyun eğer. Çünkü onun vuruşundaki isabet kadar görüşündeki isabete de hayrandır.

      Küçük Sevindik’e gelince: O, garp sanat âleminde pek büyük hayretler yaşatan “Meryem kucağında İsa” tablosunu sönükleştirecek kadar güzel bir çehre sahibidir. Hammer’den Yorga’ya kadar bütün müverrihler, Sevindik’in, daha sonraları oynadığı rollerden bahsederken “nadir bir güzelliğe malik olduğunu” kaydetmek zaruretini hissetmişlerdir. Bu, bir hakikatti ve Sevindik, gerçekten eşsiz bir güzeldi. Mavi iki yıldızı andıran gözlerinin masum bakışlarından ilahi bir füsun saçılıyor, yanaklarında gülleri utandıran bir renk parlıyor, dudaklarında müstesna bir tatlılık gülümsüyordu. Bu çok güzel çocuğun aldığı terbiye yamandı ve kendisinin yakın bir zamanda büyük bir bahadır olacağı seziliyordu. O, bir yıldan beri babasının terkisinde diyar diyar geziyordu, sayısız maceralara şahit oluyordu. Daha bu yaşta bir sipahi kılıcının düşman başında nasıl yıldırımlaştığını biliyordu ve bir sipahi atının, yerinde ne gibi harikalar göstereceğini öğrenmiş bulunuyordu.

      Sevindik henüz küçük bir hançerden başka silah taşımaya mezun değildi ve bu hançeri kınından çıkarıp kullanmaya da fırsat bulmamıştı. Lakin babasının terkisinde geze geze ve Kara Boğaların, Yaralı Doğanların yaptıkları işleri göre göre nefsine kuvvetli bir itimat gelmişti, tek başına at binip muharebelerde kılıç oynatmak istiyordu. Bu dileğine kulak asılmadığı için gamlı, sızlanıp dururdu. “Yaralı Emmi”, “İri Emmi” diye çağırdığı Doğan’la Kara Boğa onun bu sızlanışlarını ciddi bir çehreyle dinlerler ve “Hele biraz büyü, boyun at sırtını geçsin.” diyerek tahammül tavsiye ederlerdi.

      Sevindik, Balaban Bey’in kolları arasında bulunurken babasının attan bahsettiğini işitti ve hemen söze karıştı:

      “Sipahi, yaya yürümez, değil mi baba?”

      Oyvad, oğluna cevap verdi:

      “Hay bunu bileydin. Kanatsız Türk olur mu ki atsız sipahi olsun!”

      İnce Balaban, çocuğu yere bırakırken takıldı:

      “Sipahilik öbür yakada kaldı oğul. Burası yayalar yurdudur. Babanın sırtına binmek de yok. Çarığı çekip bizimle yürüyeceksin.”

      İlkin Sevindik’e yapılan takılmalar, şakalar yavaş yavaş Kara Boğa’nın endamına, Doğan Bey’in yarasına intikal ettiriliyor, onlar da Aygud’un dilsizliğine, Balaban’ın inceliğine, Kara Abdurrahman’ın bıyık büküşüne takıldıkları için karşılıklı kahkahalar devam edip gidiyordu. Uzun ve güç bir yüzüşün yorgunluğunu sanki bu latifelerle gideriyorlardı. Nihayet Kara Abdurrahman, en zeki ve en doğru gören arkadaş sıfatıyla, yoldaşlarını vazife başına çağırdı.

      “Yârenlik yeter!” dedi. “İşimize bakalım. Mademki altı buçuk kişilik olduk, pusu kurmaya, gizlenmeye lüzum yok. Açıktan açığa yürüyelim, şu görünen köye girelim, bir dil (esir) yakalayalım.”

      Oyvad sordu:

      “Dil alıp ne yapacağız?”

      “Karşıya götürüp söyleteceğiz. Beyler ona göre karar verecekler!”

      “Öyleyse sana uğurlar olsun. Biz buraya dönmemek için geldik. Köy mü şehir mi, ne ele geçirirsek bayrağı dikip oturacağız. Ardımızdan gelenleri yeni evimizde ağırlayacağız.”

      “Çocukluk etme Oyvad. Altı kişi bu işi nasıl yapar!”

      “Altı Türk, devlet kurar be! Bilmiyorsan yazık sana!”

      Abdurrahman da adım attıkları şu sahilin gerilerinde dönüp dolaşmak, çeşit çeşit maceralara atılmak istiyordu. Fakat Süleyman Paşa’ya verdikleri sözü unutmak kabil değildi. Oraya onun emriyle ve istikşafta bulunmak fikriyle gelmişlerdi. Bu sebeple kendi düşüncesine, kendi dileğine, kendi iştahına uygun düşen şu mülahazaya karşı koymak zorunda kaldığından içini çekti.

      “Evet, Oyvad…” dedi. “Hakkın var. Altı Türk birleşince yeni bir devlet kurabilir. Lakin biz buraya devlet kurmak için değil, kurulu olan devletimize hizmet etmeye geldik.”

      “İyi ya. O işi sen yap. Bizi de kendi hâlimize bırak.”

      Kara Abdurrahman’ın arkadaşları Balaban da Aygud da şöhretli sipahiye uyuyorlardı, “Geldik, gördük, artık dönmeyiz!” diyorlardı. Babasının sırtında deniz geçmekten pek hoşlanmış olan Sevindik bile geri dönmek sözünden sıkılarak huysuzlanıyor ve Kara Boğa’nın kalın baldırlarını çimdikleyerek mırıldanıyordu:

      “İri emmi, dönmeyelim, beni sayarsan dönmeyelim!”

      Kara Abdurrahman bu müşkül vaziyette bütün talakatini kullandı. Siyasetten, devlet idaresinden, inzibat usullerinden bahsetti. Kendilerinin çetecilik edemeyeceklerini anlattı. İnatçı arkadaşlarını kandırmak için uzun uzun dilbazlıkta bulundu, yüz dereden su getirdi. Lakin Aygud’la Oyvad şöyle dursun, küçük Sevindik’i bile kandıramadı. Onlar bir kere Nuh deyip durmuşlardı, bir türlü peygamber demiyorlardı.

      Kara Abdurrahman, kendi muhariplik duygularına pek uygun gelmekle beraber, mantık bakımından aykırı bulduğu bu inat önünde şaşırmıştı. Arkadaşlarına uymak da uymamak da elinden gelmiyordu. Hâlbuki güneş doğmak üzereydi. Kolayca bir iki esir yakalayıp ve onları denizde önlerine katıp yüze yüze geri dönmek imkânı neredeyse eriyecek ve halkın uyanmasıyla beraber bu işin zorla yapılması lazım gelecekti.

      Münakaşa böyle bir çıkmaz içinde sürünürken Kara Aygud’un gür sesi yükseldi:

      “Susun!”

      Hepsi bu yersiz ihtarın sebebini anlamak için sabırsızlanırken o, haber verdi:

      “Yer oynuyor!”

      Evet, yer oynuyordu. İlk küçük sarsıntıyı Aygud sezmişti ve sarsıntının çoğala çoğala devam etmesi üzerine büyük bir zelzele içinde bulunulduğu anlaşılmıştı. İnce Balaban bir müddet sessiz durduktan sonra dayanamadı.

      “Oynuyor ama…” dedi. “Yine yerinde duruyor. Bir parmak bile ileri, geri gitmiyor.”

      Yer, bu şakacı gence sitem etmek, ağır bir cevap vermek istiyormuş gibi bir kere daha sarsıldı ve biçimsiz şekli sabahın ilk kuvvetli ışığı altında tamamıyla meydana çıkmış olan civardaki köy istikametinden, yıkılma, çökme sesleri işitildi. Şimdi Türkler, yeni güne korkunç tarrakalar7 içinde göz açan mahmur köye bakıyorlardı. Bu küçük ve fakir yurt, gazabına geldiği toprağın zalim sallayışlarıyla âdeta parçalanıyor, yer yer yıkılıyordu.

      Yıkım velvelesini, kısa bir lahza sonra köylülerin çığlığı takip etmişti. Yarı giyimli, yarı çıplak halk, hazin çığlıklar kopararak sahile doğru koşuyorlardı. Ocak ve soy sop bağlarının bu korkunç hadise karşısında dağılıverdiği apaçık görünüyordu.

Скачать книгу


<p>7</p>

Tarraka: Gümbürtü. (e.n.)