Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

soyu sopu belirsiz bir genci himayede karısının pek ileri gidişini nahoş bulacak kadar dar havsalalı değildi. Lakin zemin ve zaman bu yurtsuz köylü hakkında daha fazla ikramda bulunmasına müsait olmadığı için karısına tam müspet cevap vermedi.

      “Hele yerleşsin…” dedi. “Yol, yorgunluğunu çıkarsın. Sonra liyakatine göre işini değiştiririz.”

      Tereddi etmiş milletlerin belli başlı vasıflarından biri de felaketlerden ibret almamak, gaflet uykusundan kolay kolay uyanmamaktır. Ne harp bozgunlukları ne içten, dıştan dağılmalar ne zelzele ne tufan, yurt sevgisini unutmuş kütleleri uyanıklığa sürükleyemez. Onlar, boğaz ve yatak için yaşarlar. Midelerine atacak lokma ve yataklarını ısıtacak eş buldukça dünyanın altıyla da üstüyle de alakalanmazlar.

      Bizanslılar, on dördüncü asrın sonlarına doğru böyle bir tereddi gösteriyorlardı. Yalnız Bizanslılar mı? Balkanlar’ın etrafında yaşayan kütleler de aynı ruh uyuşukluğu, aynı ahlak bozukluğu içinde bulunuyorlardı. Şövalöresk (Chevaleresque) bir hayat geçirmeye yeltenen Orta ve Garbi Avrupa milletleri de Balkanlılardan farklı bir vaziyet sahibi değillerdi. Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de kadın parmağı haileler yaratıyordu. İmparatorlar, krallar peri kılıklı kadınlara uşaklık ediyordu. Dinî tahakkümler, kilise rezaletleri de bu umumi ahlaksızlık arasında ayrıca evler yıkıyor, ocaklar söndürüyordu.

      İşte Kara Abdurrahman’la Sevindik böyle günlerde bir Bizans kumandanının, Dimetoka mıntıkasını babadan, dededen kalma bir malikâne şeklinde tasarruf eden bir asilzadenin evine kabul edilmişlerdi. Türk kuvvetlerinin Marmara sahillerinden garba doğru adım adım yayıldıkları, Şarki Trakya’yı ellerine geçirmiş gibi oldukları bir sırada o kumandan, kalesinin sağlamlığına güvenerek, zevk içinde, safa içinde yaşıyordu. Bu asil adam, güzel karısını uyuttuktan sonra kaleyi teftiş etmek bahanesiyle evinden çıkar, gündüzden peylenmiş kızlarla buluşur, sabaha kadar cümbüş yapardı.

      Düşmek ve elden çıkmak sırası kendi kalesine geliyordu. Marmara’yı geçen Türklerin Meriç önünde durmayacakları apaçık görünüyordu. Fakat krallar gibi müstakil yaşayan kumandan cenaplarının bu noktayı düşündüğü yoktu. Yeni aşklara bel bağlayarak, kucaktan kucağa geçerek sarhoş bir ömür yaşıyor ve gün geçtikçe büyük tehlikeyi unutuyordu.

      İdare olunanların idare edenlere uyması kadar tabii bir keyfiyet olamaz. İradesine gem takılmış milletlerde bu tabii keyfiyet, hayati zaruret hâlini alır ve halk, yüksek tabakanın yürüyüşüne ayak uydurur. Bizanslılar da saraylardan kiliselere kadar bulanık bir su gibi dalga dalga taşıp gelen gülüp oynama, çalıp çırpma ahengine uyuvermişlerdi. Şu farkla ki yüksektekiler dolu mideyle eğleniyorlardı. Berikiler boş midelerini ahmak kahkahalarla doldurmaya savaşıyorlardı. Ekmek azdı, aşk çoktu. Yüz binlerce insan, beşerden ayrı ve beşere aykırı bir küme mahluk gibi, yalnız aşkla tegaddi ediyordu.13 Vatanlarının parça parça ve boyuna elden çıkmasına ağlayan yoktu. Lakin gecesini, herhangi bir sebeple, eşsiz ve oynaşsız geçiren kadınların vaveylası kaldırımları yıkardı. Dimetoka’da da aynı hâl, aynı bulanık su, aynı çılgın hayat vardı.

      Kara Abdurrahman öteden beri bütün içyüzünü görüp incelediği, her yanını kantara vurup tarttığı bu kokmuş yaşayışın, umumi bir ölüme kılavuzluk eden bu çılgın zevk severliğin yeni bir bürhanını14 Madam Mari’nin bakışlarında okumuş oldu. Kendi oğluyla sahte dilsizi önüne katarak kale duvarından salına salına ayrılan Mari, o güzel kadın, merdivene ayağını basarken başını çevirmiş ve Bizanslığın o asırdaki hüviyetini bir bakışında toplayarak Türk delikanlısını uzun uzun selamlamıştı. Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi:

      “Kahpe bakmıyor, ısırıyor. Ayağımı denk almazsam iş sarpa saracak!”

      Kumandan, karısının ayrılması üzerine düzme Dimitriyos’a emir verdi:

      “Bahçede yatıp kalkarsın, bahçıvana yardım edersin. Ekmeğin aslan ağzında kaldığı günlerdeyiz. Bir ye, bin şükret, işine mukayyet ol!”

      Üç beş dakika sonra bir uşak, Kara Abdurrahman’ın önüne düşmüş ve onu yamak olarak yanında çalışacağı bahçıvana teslim etmişti. Büyücek ve şık bir evi dört taraftan kucaklayan bahçe, delikanlının hoşuna gitti. Renk renk çiçekler, büyük küçük birkaç havuz, göz okşayıcı kameriyeler, keyif ehli kumandanın iyi yaşadığına şehadet ediyordu.

      Beyaz sakallı bahçıvan, kendi eline ve emrine bırakılan genç köylüyü şöyle bir süzdü.

      “Hoş geldin arkadaş.” dedi. “Çiçekten anlar mısın?”

      “Hayır!”

      “Kadından?”

      “Hayır!”

      “O hâlde arkadaşlığımız az sürecek. Bu bahçeye gelen erkek yeni yeni çiçekler yetiştirmeyi ve onları yerinde, zamanında evin madamına takdim etmeyi bilmeli. Hünerin tükendiği gün rızkın da kesilir. Senin rızkın galiba bugünden kesik!”

      “Ben kendim bu işi istemedim. Onlar layık gördüler.”

      “Layık gören -işte istavroz çıkarıp yemin ediyorum- muhakkak ki madamdır. Boyunu, posunu iyi bulmuştur. Gözlerini beğenmiştir. Pazularına imrenmiştir. Fakat çiçekten anlamadığın gibi kadından da anlamadığın gerçekse iş değişir. Kokusuz gül gibi görgüsüz erkeğin de bu evde yeri yoktur.”

      “Ekmeğimi elimden kaçırmamak için ne yapmalı?”

      “Bana candan, yürekten bağlanmalı. Yani bahçeyi temiz tutmalı, çiçekleri güzel sulamalı, göstereceğim her işi yapmalı, beni bu yaşta didinmeden kurtarmalı.”

      “Her dediğinizi yaptım sayınız. Ya siz bana ne iyilik yapacaksınız?”

      “Her gece eline bir çiçek vereceğim, madama hoş görünmeni kolaylaştıracağım.”

      “Anlamadım usta. Bahçede çalışmakla madama çiçek götürmek arasında ne münasebet var? Beni çalıştıracak sensin, madam ne karışır?”

      “Bunu bu gece değilse bile yarın gece anlarsın. Dimetoka muhafızının saraylarında imrahorun vazifesi atlara bakmak değildir. Aşçının işi yemekle uğraşmak değildir. Bahçıvan yamaklarının kârı çiçek yetiştirmek değildir. Kâtibin borcu yazıyla oyalanmak değildir. Bunların hepsi sırayla, nöbetle ve gelişigüzel Madam Mari’yi eğlendirmekle mükelleftir. Atlar aç kalabilir. Yemekler yanabilir. Çiçekler solabilir, yazılar unutulabilir. Lakin imrahor, aşçı, bahçıvan yamağı, kâtip, madam cenaplarını memnun etmekte kusur işleyemezler. Çünkü onların hepsi, atlar, tencereler, çiçekler ve defterler için değil, madam için getirilmişlerdir. Nitekim sen de bana yamak olarak getirilmedin, madama hizmet için alındın.”

      “O hâlde beni buraya göndermemeliydiler, içeri almalıydılar!”

      “Sen daha dünyanı anlamamışsın. Kör gözün yanımızda

Скачать книгу


<p>13</p>

Tegaddi etmek: Gıdalanmak, beslenmek. (e.n.)

<p>14</p>

Bürhan: Delil. (e.n.)