Viyana Dönüşü. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan страница 20

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan

Скачать книгу

buraya kadar gelinir. İyisi, yakamızı ele vermeden savuşmak. Ben Bülbül’ü hazırladım. Şimdi Gülbeyaz’ı da ona benzeteceğim. İstanbul’dan çıkaracağım.”

      Kara Mehmet dediğini yaptı. Denizden çıkardığı kadını da Bülbül Hatun gibi erkek kılığına soktu, silahlandırdı, atlandırdı. Daha önce nikâh işini de başardı. O, şeri hilelere akıl erdiren bir adamdı. Gülbeyaz’ın yeniden dünyaya gelmiş sayılacağını esas tutarak hürriyetine fetva veriyor ve bu fetva ile onun kendine varmasını caizleştiriyordu. İddet meselesini ise beş altı aydan beri hünkârla uzaktan merhabalaştığını söyleyerek, bizzat Gülbeyaz halletmişti.

      İşte bu suretle her iş yoluna girdi, kadınların sipahi kalabalığına karışmalarına hiçbir engel kalmadı. Fakat Kara Mehmet, birisi kendisinin eşi olan şu iki kadını gelişigüzel ortaya çıkarmaktan çekiniyordu. Onların kadınlığı sezilirse rezalet muhakkaktı.

      Bu endişeyi umulmaz bir tesadüf giderdi. Elçilikle Viyana’ya gitmesi kararlaştırılan Müteferrika Kara Mehmet Ağa’ya yeni vazifesi dolayısıyla paşalık verilmişti. Elçi paşa, muhteşem bir daire tertip etmek mecburiyetinde bulunuyordu. En azından üç yüz kişiyi ihtiva edecek olan bu daireye -yerinde silah kullanmayı bilir- beş on yiğidin de alınması lazımdı. Kara Mehmet Paşa, işte bu zaruretle sipahi hanına başvurdu, Viyana’ya gidip gelinceye kadar kendisine yoldaşlık etmek üzere birkaç er istedi. Böyle işlere ünlü sipahilerin yanaşmasına imkân yoktu. Fakat Kara Mehmet, iki kadını İstanbul’dan kolaylıkla uzaklaştırabilmek düşüncesiyle elçi paşanın dileğine hemen muvafakat gösterdi ve kendisiyle kısa bir görüşmeden sonra genç sipahi kılığındaki kadınları alarak Kara Mehmet Paşa’nın konağına gitti, yerleşti.

      O, Bülbül’le Gülbeyaz’ı tanıştırırken elmas yüzüğü dile almadığı gibi sonra da meydana çıkarmamıştı. Onu, bir uygun fırsat bulup da Bülbül’ü evlendirdiği gün vermek kararıyla koynunda taşıyordu. Yiğit adamı, yüzük işinde böyle davranmaya sevk eden sebep gayet sade idi. O, Deli Murat’tan hünkâra, ondan Gülbeyaz’a geçen yüzüğün şu sırada meydana çıkmasını, tehlikeli telakki ediyordu. Çünkü Bülbül, yüzüğe baktıkça Deli Murat’ı ve Gülbeyaz da onu Bülbül’ün parmağında gördükçe hünkârı hatırlayacaktı. Kara Mehmet ise onların böyle bir hatırlayışla boyuna üzülmelerini istemiyordu.25

      2

      TÜRK ELÇİSİ VİYANA YOLUNDA!

      Elçi paşa, öteden beri ününü duyup durduğu Kara Mehmet’ten seçme iki genç sipahi ile kendi dairesine iltihak etmesinden son derece memnundu, hatta biraz gurur bile duyuyordu. Kara Mehmet de onu pek zeki ve pek cesur bularak sevmişti, candan saygı gösteriyordu. İkisinin de aynı adı taşımaları aralarında daimî bir şaka mevzusu oluyordu. Elçi paşa ona “yiğit adaş” diye hitap ediyordu, Kara Mehmet de onu “adaş paşa” diye anıyordu. Her gün sık sık temas ettikleri gibi sofrada mutlaka beraber bulunuyorlardı. Yalnız Aygut’la Gültekin, Bülbül’le Gülbeyaz, ayrı yiyorlardı, ancak gece yarısından sonra birleşiyorlardı. Elçi paşa, yolda barınmak için üç sipahiye mükemmel bir çadır ve bir de çerge vermişti. Ayrıca üç de at uşağı tahsis etmişti. Bu sebeple Kara Mehmet’in ve yanındaki kadınların rahatı yerinde idi. Onların durumlarından tek bir kimsenin kuşkulanmaması ise bu rahatı manen de tekemmül ettiriyordu.

      Onlar baş başa kalınca Deli Murat’ın öcünü almak meselesini konuşurlardı, Gülbeyaz da Bülbül’e acıdığı ve kocasının her fikrine hemen uyduğu için o meseleye candan ilgi gösteriyordu. Bir gün hünkârdan mazlum ölünün öcü alınırsa kendini denize atan kadının da hırpalanacağını düşünmek onu bu işle ayrıca alakalandırıyordu. Fakat konuşmalar, hülya hududunu geçmiyordu, müspet bir yol düşünülemiyordu.

      İşte bu vaziyette bir gün elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırdı.

      “Yiğit adaş…” dedi. “Yarın yola çıkıyoruz. Sultan Süleyman’ın konakladığı yerlere uğrayarak Beç’e kadar gideceğiz. O, koca bir orduyu bu yolda yürüttü. Biz bakalım, şu küçük kalabalığı onun izinde sızıltısız sürüp gidebilecek miyiz?”26

      Ve sonra dört yanına bakındı, bir sır tevdi ediyormuş gibi davranarak fısıldadı:

      “İşler, gün geçtikçe acayipleşiyor. Yedi düvel bize diş bileyip duruyor. Çok geçmez, saman altındaki sular meydana çıkar, büyük bir savaş başlar. Mümkün ki biz çevrilen Frenk dolabını temelinden yıkmak için gene Beç’e saldıralım. Bunun gününü kestiremem amma er geç olacaktır. Onun için yolculukta açıkgöz davranmalıyız. Suları ölçmeliyiz, köprüleri arşınlamalıyız, konak yerlerini bir iyi incelemeliyiz, ileride yapılacak yürüyüşte işe yarayacak bilgi elde etmeliyiz.”

      Elçi paşa, sade siyasi bir vazife görmekle iktifa etmeyeceğini, askerî tetkikler de yapacağını Kara Mehmet’e anlattıktan ve bu yolda çalışması lazım geldiğini ona hissettirdikten sonra bir cemile göstermek istedi:

      “Hünkârın Nemse çasarına27 yolladığı armağanları sana göstereyim. Bak, neler götürüyoruz. Yüz yıl önce böyle külfetlere katlanmazdık. Yalnız alırdık, şimdi veriyoruz, bol bol veriyoruz. Çünkü devir değişti, ihtiyar aslana döndük, kükrüyoruz amma korkutamıyoruz.”

      Elçinin Kara Mehmet’e seyrettirdiği armağanlar gerçekten nefis şeylerdi. En başta elmaslı bir sorguç vardı. Elçi bu armağanın bir yıllık Mısır vergisi değerinde olduğunu söylüyor ve bu kıymeti biçerken gözleri nemleniyordu, sonra bir direkli otağ geliyordu. Bu da Türk şaheserlerinden sayılacak bir şey olup halis ipekten örülmüştü, her yanı eşsiz resimlerle süslü idi, direği som gümüştendi. Otağa serilmek için yirmi seccade seçilmişti, her biri bir başka hüner taşıyordu. Onlara katılan beş Acem halısı ise paha biçilmez metalardandı.

      Kara Mehmet bütün bu güzel şeyleri hayran hayran seyretti, armağanlar arasındaki yüz muslin sarıkla kırk sırmalı ve kürklü hilati de gördü. Sonra elçi paşa ile ayrı bir yerde tavlaya bağlanmış olan on dört çöl dilberini, Arap atlarını temaşa ederek imrendi ve hayıflandı. Ancak bir Türk sipahisine yaraşan bu güzel hayvanların ata sağdan mı soldan mı bindiği belli olmayan Nemse çasarına gönderilmesini aykırı buluyordu. Atların on ikisi yelkendest dedikleri biçimdeydi, sade yularla gidiyorlardı. İkisi yetmiş akçeli yüz yetmiş sipahinin yetmiş yıllık gelirleriyle de tedarik olunamayacak kadar kıymetli eyerlerle süslenmişti.

      Elçi paşa, hayvanları adaşına gösterdikten sonra elini onun omuzuna koydu.

      “İşte…” dedi. “Bunlar güçsüzlük vergisidir. Bilek zayıfladı mı kese hafifler. Hazinenin musluğu kuvvettir.”

      Ve ilave etti:

      “Bir okka da amber var, gümüş bir çekmecede kapalı, Nemse çasarını eşine hoş göstermek için koku dahi götürüyoruz.”

      Elçi paşa, şu sözleriyle de anlaşıldığı üzere, hamiyetli bir adamdı. Kara Mehmet onun bağrı yanık görünmesinden istifade ederek sordu:

      “İşlerin gidişatını galiba hoş görmüyorsunuz.”

      O

Скачать книгу


<p>25</p>

Gülbeyaz hadisesinin sarayda nasıl bir tesir uyandırdığını yazmayı gereksiz bulduk. Romanımıza taalluk eden nokta bu kadının Kara Mehmet tarafından denizden çıkarılması ve nikâhla alınmasıdır. Hünkârın, alamadığı bir kız için Deli Murat’ı öldürmesine karşı en sevgili gözdelerinden birinin bir sipahiye eş ve Deli Murat’tan dul kalan kadınla arkadaş oluşu garip bir tesadüf teşkil ettiğinden okunmaya değer. Bununla beraber Gülbeyaz’ın hedef olduğu suikast hakkındaki tarihî kaydı, Ahmet Refik’in “Kadınlar Saltanatı” adlı eserinden alıp buraya koyuyoruz:

“Rebia Gülnuş Avcı Mehmet’e son derece mecluptu, padişahı daima kıskanırdı. Onun en müthiş rakibesi Gülbeyaz’dı. Rebia, padişahın ona iltifatını çekemezdi, vücudunu kaldırmak için tedbirler düşünürdü. Nihayet bir gün Kandilli Sarayı’nda Gülbeyaz deniz kenarında dolaşırken Rebia Gülnuş geldi, güzel rakibesini boğazın dalgalarına gömdü…” Silahtar tarihi de padişahın bu hadiseden çok müteessir olduğunu ve Kandilli’de elli gün oturmayı kurmuşken hemen göçtüğünü yazar. Bu vaziyette Turhan Sultan, Haseki Gülnuş’a oyun oynayamamış demektir. (y.n.)

<p>26</p>

Osmanlılar, uzun asırlar, Viyana’yı Beç diye anmışlardı.

<p>27</p>

Çasar: Viyana’da oturan Alman imparatoruna verilen unvan. (e.n.)