Viyana Dönüşü. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan страница 22

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan

Скачать книгу

bütün Rumeli’den kovulur!”

      “Allah o günü göstermesin.”

      “Âmin amma devletlilerimiz har vurup harman savurursa bu felaketin er geç yüz göstereceğine iman getir!”

      Belgrad beyleri, ağaları elçi paşayı kolaylıkla bırakmak istemiyorlardı ve sabah akşam ziyafet çekerek ikrama boğuyorlardı. Bu ziyafetlerden haz alan en çok Evliya Çelebi idi. Ünlü seyyah, has un yufkasından tereyağıyla, bademle yapılan ve araba tekerleği kadar büyük tepsilere dizilen baklavaları, tarçınlı, karanfilli zerdeleri, kırmızı burunlu iri boy tavukların kebaplarını, fırına verilen sazan ve misin balıklarını, kırk dirhem çeker kuru kayısıları, her biri yumruk büyüklüğünde şeftalileri atıştırdıkça neşeleniyor ve her lokmayı bir hatıra olarak defterine kaydediyordu.

      Fakat elçi acele etmek mecburiyetindeydi. Çünkü sınırda Avusturya sefiriyle mübadele olunacaktı. Bu sebeple Belgrad’da fazla kalmadı, gene Sultan Süleyman devrinde Viyana’ya giden büyük ordunun silinmeyen izi üzerinde yürüyerek yola çıktı, Semlin’e geçti. O eski ve haşmetli yürüyüş sırasında bir sipahi burada ekili tarlalara at bırakmış ve birkaç tutam ot yedirmişti. Elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırarak bir ağaç gösterdi.

      “İşte…” dedi. “O sipahi bu ağaca asıldı. Ağır, fakat doğru bir ceza. Harbe giden asker, kendi yurdunda da düşman yurdunda da tarla çiğnetemez.”

      O vaktin devletlileri böyle işlerde çok titiz davranırlardı. Başka türlü de iki yüz elli bin asker, tek bir nefer gibi Viyana önüne götürülebilir miydi?

      Kara Mehmet, hasretle anılan o devirlerin böyle bir tahassüre layık olduğunu anlamakla beraber elçi paşanın tarizli30 sözlerindeki sırrı kavrayamıyordu. Asılan sipahi hikâyesini dinledikten sonra açıkça sordu:

      “İçiniz pek yanık. Fırsat düştükçe sağa sola sitem püskürüyorsunuz. Hikmeti ne ola sultanım?”

      Elçi paşa hiç düşünmeden cevap verdi:

      “Hünkârın avcılığı, vezirin mansıp31 hırsı, ocağın esnafla dolması, sipahiliğin erimesi, halkın salgın altında ezilmesi bu koca devleti kökünden sarsacaktır. Ben, gülün dikenini seziyorum. Devletliler kokusunu paylaşıyorlar.”

      “Dini bütün, eli temiz birkaç kişi ile dertleşseniz de işlere düzen vermek yolunu arasanız olmaz mı?”

      “Toyca konuşma adaş! Sarhoşa ayıl denir mi hiç? Başındaki duman geçmeli ki ayılsın. Bizim devletlilerin de kafaları taşa çarpmadıkça gözlerindeki perde düşmez.”

      Semlin’de olduğu gibi Obriesch’de, Sabac’da, Jarak’ta, Loradolukça’da, Vokovar’da da hep bu mevzu üzerinde konuşuldu, gelecek günlerin sakladığı felaketlerin tahminiyle uğraşıldı. Elçi paşa, gereksiz olarak sınırdan sınıra koşturulan, savaştan savaşa sürülen ordunun en iyi unsurlarını kaybetmekte ve için için zayıflamakta olduğunu, düşmanın ise dört yandan yardım alarak gün başına kuvvetlendiğini iddia ediyordu. Onun görüşüne göre yedi düvele meydan okumak zamanı artık geçmişti. Hüner, bu yedi düvelden bir ikisini dost yapmalıydı. Hâlbuki devleti idare edenler hâlâ Sultan Süleyman ağzı kullanıp dört yana yumruk sallıyorlardı.

      Kafile Esek’e yaklaşınca Drava Suyu göründü. Elçi paşa, gene Kara Mehmet’i çağırdı, acı acı dert yandı:

      “Sultan Süleyman buradan geçerken tam yedi köprü yaptırmıştı. Şimdi bir tane var. O da sallantıda.”

      Elçi, Esek’te de aynı acınışı gösterdi, derin derin hayıflandı:

      “Burada…” dedi. “Büyük bir bataklık vardı. Viyana’ya giden ordu üç günde onu kuruttu, düz bir yola çevirdi. Fakat şimdi her taraf bataklık. Çünkü sulara köstek vurmak artık elimizden gelmiyor. Biz kilimin dört ucunu suya bırakmışız. Sular da ipten kurtulmuş haramiler gibi azgınlaşıyor, her yanı basıyor.”

      Ve uzaklarda o haşmetli ordunun hayalini arıyormuş gibi uzun uzun bakındı:

      “Gene burada…” dedi. “Köy yakanların canlarını kıyasıya yakacağını Sadrazam İbrahim Paşa ilan etmişti. Esir yakalamak da yasak edilmişti. Çünkü Türk ordusu çarpışacak düşman taburları arıyordu, silahsız köylülere el kaldırmak onun şanına yakışmazdı.”

      İşte her gün ve her konakta bu konuşmalar yapılıyordu, yüz elli yıl önceki tarih -satır satır- tekrar olunuyordu. Kara Mehmet, bütün bu hasbihâllerden heyecan duymakla beraber kendi düşüncelerinin de buhranından kurtulamıyordu, gecelerini Aygut diye tanıttığı Gülbeyaz’ın yanında ve çergede geçiriyordu. Gültekin adını taşıyan Bülbül Hatun yalnız başına büyük çadırda yatıyordu. Bu vaziyeti başkalarına sezdirmemek için Kara Mehmet ihtiyatlı bir hovarda gibi davranıyordu, el ayak sesi kesilinceye kadar çadırda kaldıktan sonra karısını alıp çergeye çekiliyordu. Fakat Gültekin’i yalnız bırakıp da ayrıldığı dakikadan onu ertesi gün tan yeri ağarırken görünceye kadar garip bir iç tatsızlığına kapılıyordu. Deli Murat’ın bu aziz yadigârını matemiyle baş başa bırakıp Gülbeyaz’la bir yastıkta uyumayı kaba ve çirkin bularak üzülüyordu. Bu üzüntüyü karısına sezdirmemek kaygısı da ona ayrı sıkıntı oluyordu.

      Dudaklarına tebessüm getiren tek bir meşgale vardı: Erkenden Aygut’la Gültekin’i alıp kafileden ayrılmak, bir saat kadar onlara binicilik ve atıcılık temrinleri32 yaptırmak!.. Herkes kahvaltı alırken ve çadırlar yıkılıp ağırlıklar mekkârelere yükletilirken o, gerilerde veya yanlarda kadınlara ders vermekle bir iki saat oyalanır ve bütün gözlerden uzak tutmaya çalıştığı bu talimler sırasında en çok Gültekin’le alakalanırdı. Geceleri yetim yaşayan bâkir dulun bu alaka ile gönlünü aldığına zahip oluyor ve daha doğrusu her gece tazelenen kabalığını her sabah yenileşen alakasıyla tamire çalışıyordu.

      Aygut’un da Gültekin’in de ata binmekte, kılıç kullanmakta gösterdikleri kabiliyetten memnundu. İkisi de dişi olduklarını belli etmeyecek kadar o işlerde meleke sahibi olmuşlardı. Yalnız ok atmakta henüz acemi görünüyorlardı. Yay, onların elinde bir kasnak gibi esniyordu ve ok, bir fiske durumunda kalıyordu. Kara Mehmet, kendi bileğindeki kuvvetten bir parça koparıp da kadınların pamuk bileklerine aşılayamadığı için elem çekiyordu. Fakat onların at üstünde ve kılıç işinde dişiliklerini belli etmemelerinden aldığı tesliyet bu elemi hafifletiyordu.

      Drava’nın öte yakasında Evliya Çelebi, yüz elli yıl önceki tarihin heyecanlı bir sahnesini anlattı. Kafilenin çadır kurduğu yerde, Viyana’ya giden ordu da konaklamış ve yaman bir fırtına baskınına uğramıştı. Bilgin seyyah, Kara Mehmet’in koluna yapışarak bütün o mıntıkayı gezdirdi.

      “İşte…” dedi. “Şuraya bir yıldırım düşmüştü, dokuz sipahiyi birden yakıp kömüre çevirmişti. Ordu, içlerinden dokuz kurban alan gökten inme felaketi oka tutamadıklarından dolayı sinirleniyordu, homurdanıyordu. Kumandanlar, soğukkanlılıkla orduya yapılacak vazifeyi gösterdiler ve iki yüz elli bin kişiye dokuz yıldırım şehidinin önünde baş eğdirip cenaze namazı kıldırdılar. Dünya kuruldu kurulalı hiçbir ölünün

Скачать книгу


<p>30</p>

Tariz: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taşlama. (e.n.)

<p>31</p>

Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)

<p>32</p>

Temrin: Alıştırma. (e.n.)