Viyana Dönüşü. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan

Скачать книгу

giriştik. Bizim Estergon’da yendiğimiz Furgaç bu kaleye kapanmıştı, canını dişine alıp dayanıyordu. Biz de metrisler kurarak, sıçan yolları açarak, lağımlar yürüterek, top işleterek çalışıyorduk, hemen her gün yürüyüşe geçip kaleyi sarsıyorduk. Horozlardan önce toplarımız uyanıyordu, gün batıncaya kadar kumbaralar, civan taşları atılıyordu. Uyvar, birçok geceler semendere benziyordu, kıpkızıl görünüyordu.6 Fakat kaleye adamakıllı yanaşamıyorduk. Nihayet mehtaplı bir gece ansızın ay tutuldu, her taraf zifirî siyah kesildi, asker de fırsatı kaçırmadı, metrisleri ilerletti, sıçan yollarını genişletti, lağımları çoğalttı. Artık duvarları yıkabilecektik, hücuma kalkmaktan çekinmeyecektik.

      Fazıl Ahmet Paşa, hazırlıkların tamam olduğunu görünce hücum emrini verdi, bütün ordu yaydan fırlamış ok gibi kaleye atıldı. En önde Erzurumlu Abbas gidiyordu. O, eşi az bulunur yiğitlerdendi. Oklar arasına katılmış yağlı kurşuna benziyordu, bütün orduyu geride bırakarak uçuyordu. Kale bedenine ilk çıkan da o oldu. Düşman, alay alay askerimizi bir yana koymuştu, bütün hıncını Abbas’tan çıkarmaya savaşıyordu. Fakat yiğit Erzurumlu, yıldırımlar arasında dolaşan bir bulut gibi pervasızdı, tırmandığı yerden ayrılmıyordu, elindeki bayrağı sallayarak Türk ordusunu yanına çağırıyordu. Bu yaman işarete ilk koşan bir yeniçeri oldu, kale bedenindeki Türk bayrağı ikileşti. Onun birini düşüremeyen düşman, şimdi büsbütün kudurmuştu. Abbas’la arkadaşını kurşun sağanağına tutmuştu, işte o sırada üçüncü bir bayrak, resimsiz, nakışsız bir bayrak daha yükseldi, Abbas’ın yardımcıları ikileşti.”

      Deli Murat’ın sesi yavaşladı, diline bir utanç geldi ve fısıldar gibi konuştu:

      “Bu üçüncü bayrağı ben diktim!”

      Kara Mehmet, kuvvetli yumruğunu arkadaşının omzuna indirdi:

      “Yaşa Deli Murat!” dedi. “Yaptığın iş çok yaman!”

      O, başını salladı:

      “Seninki kadar değil. Bir donanmayı tek bir gülle ile ateşe vermek nerede, bir kale bedenine üçüncü olarak çıkmak nerede?”

      “Hayır. Senin yaptığın iş daha büyük. Çünkü ben karadan gülle savurdum. Sen, gülleler, kurşunlar içinde yürüyerek o işi yaptın.”

      İkisi de yiğitlikte üstünlük şerefini birbirine bağışlamak istiyordu. Çünkü ikisi de Türk’tü, bir faziletin hakkını vermeyi bu haysiyetle borç tanıyorlardı. Yaşça biraz daha ileri olan Deli Murat, arkadaşının alçak gönüllülükte ayak dirediğini görünce sertlendi:

      “Boş lafı koy be adam!” dedi. “İki kere iki beş etmez. Sen, Kumkale’den o mübarek gülleyi savurup da Venedik donanmasını tutuşturmasaydın İstanbul elden giderdi. Biz Uyvar’ı almasak ne olurdu?..”

      Ve dostunu şu hükümle susturduğundan ileri gelme bir gülüş içinde pos bıyıklarını büktü:

      “Hikâyeye de…” dedi. “Apdest verdirme. Sözümü bitireyim ki meramımı açığa vurmaya aman bulayım. Nerede kaldıktı? Ha… Uyvar Kalesi’ne çıktığımı söylüyordum, değil mi?.. Evet. Abbas’tan, onun izinde yükselen yeniçeriden sonra kale bedenine ben bayrak diktim.7 Asker de ardımdan harıl harıl tırmanıyordu. Düşman, bu yükselen akın üzerine teslim işareti çekti, Uyvar bizim oldu. Ben, yaptığım işin içime verdiği sarhoşluğu gidermeden bir çavuş geldi, sadrazamın beni istediğini söyledi. Bir merdivene çıkar gibi hiç güçlük sezinsemeyerek tırmandığım kaleden dik ve kaygan bir bayır iner gibi sendeleye sendeleye indim, serdarın otağına gittim. Genç vezir, Uyvar’daki Macar kilisesinin hünkâr, Nemse kilisesinin valide sultan, Tot kilisesinin de haseki sultan adına mescide çevrilmesi için emir veriyordu. Kendisini selamladım, durdum. Yeniçeri ağasına, defterdara, vezirlere diyeceklerini bitirdikten sonra yüzünü bana çevirdi.

      ‘Kaleye…’ dedi. ‘ilkin kim çıktı?’

      ‘Erzurumlu Abbas!’

      ‘Öyle ise turnayı gözünden o vurdu, elli akçelik sipahi tımarını da o kazandı. Sen yaya kaldın Deli Mehmet. Bu geriliği örtbas etmek için hemen tabanları yala, Erdel yoluna koş. Kralla buluş, yüreğini hoplatmadan herifi buraya getir.’

      Otağdan utana utana çıktım. Kaleye bayrak dikişte üçüncü kalışımdan enikonu utanıyordum, bir suç işlemiş gibi sıkılıyordum. Ardımdan bir vezir ağası yetişti. Bir bohça kumaşla üç yüz altın getirdi.

      ‘Devletlü vezir…’ dedi. ‘selam ediyor. Bunları gönderiyor, Önümüzde alınacak kale çoktur, gam yemesin, elbette birinden birine ilk bayrağı Deli Murat diker! buyuruyor.’

      Bu söz utancımı giderdi, kumaşı çadırımda bıraktım, altınları koynuma koydum, atlanıp yola düzüldüm, üç gün sonra Kral Apafi ile karşılaştım. Yanında beş bin kadanalı Saz Macarı, beş bin Sikel atlısı, üç bin Haydoşak süvarisi vardı. Erdel’deki yedi yüz elli altı pare kalenin hâkimi de dev gibi kadanalara binmişlerdi, kralın ardında yürüyorlardı. Kral, sarayda gördüğüm çulsuz adam değildi, başkalaşmıştı. Tepeden tırnağa kadar gök demir içindeydi. Kâkülleri dağınık beş yüz genç uşağın ortasında at sürüyordu. Satırları, tüfekçileri, mataracıları öndeydi. Mehterhanesi de durmadan ötüyordu.

      Kral beni görünce babasına kavuşan hasretli bir çocuk gibi sevindi, oğlancıklarını bir yana çektirdi, mehterhanesini susturdu, at üstünden elini uzatıp elime yapıştı, tercüman ağzıyla yanık yanık sordu:

      ‘Nasıl, şartın şart değil mi?.. Kılıma zarar gelirse karıların boş olacak.’

      Güldüm:

      ‘Üçten dokuza, hatta doksan dokuza kadar şart olsun. Güler yüzden, tatlı dilden gayri bir şey görmeyeceksin!’

      Benim bu sözüm üzerine gözleri parladı, yüzü açıldı ve beni sağına alarak yürüyüş emri verdi. Konuşa konuşa, gülüşe gülüşe konakları aştık, Uyvar önünde bizim orduya ulaştık. Biz gelinceye kadar Eflak beyi, Boğdan beyi, Kırım hanının oğlu da gelmişlermiş. O iki beyle divan çavuşları krala karşı çıktılar, hazırlanan otağa götürdüler, konuk ettiler. Ertesi gün sadrazam, alay kurdurdu. Bütün konukları huzuruna getirtti.

      Ben, aldığım emre uyup sadrazam otağının bir köşesinde duruyordum. Bütün töreni gözümle gördüm. Şimdi de gözümü kapayınca o günkü işler beynimde canlanıyor, yüreğime çarpıntı geliyor. Neydi o azamet, neydi o kudret! Ben Türklüğün bir cihan, nurdan bir cihan olduğunu o gün anlamıştım.”

      Deli Murat, gerçekten heyecan içindeydi. Sekiz yıl önce gördüğü muhteşem sahneleri hatırlamak onun kanına ateş, gözlerine kıvılcımlı bir ışık, diline tatlı bir tutukluk getirmiş gibiydi. Söyleyemiyordu. Kelimelerden çok beliğ bir sükût içinde kıvranıyordu.

      Aynı heyecana kapılan Kara Mehmet’in yalvaran bir sesle “Sonra?” demesi üzerine şöyle bir silkindi:

      “Evet!” dedi. “O gün yepyeni bir imana erdim, Türk’ün yeryüzünde en üstün bir varlık olduğuna inandım.”

Скачать книгу


<p>6</p>

“Uyvar Kalesi mürgi semendervâr ateş nemrud içinde kalıp asla âram etmeyerek seher vaktine dek toplar, kumbaralar, civan taşları atarlardı.” (Evliya Çelebi, c. 6., s. 316)

Semender, Sümbüloğlu Vehbi’nin Tuhfesinde “Ateşte o hayvan ki gezer adı semender.” demesinden de anlaşıldığı üzere yanmadığına inanılan bir mevhum hayvanın adıdır.

<p>7</p>

Bizzat Fazıl Ahmet Paşa, Olivar’ın nasıl alındığını Dördüncü Sultan Mehmet’e anlatırken şöyle demişti: “Kulunuzun yanında Erzurumlu Abbas derler bir yiğit vardır. Olivar Muharebesi’nde bibâk ve biperva kale bedenine çıkıp küffârı hâksâr her çend ki üzerine tüfenk daneleri yağdırdılar, yerinden ayıramayıp sebat gösterdikte anı görüp bir Yeniçeri dilaveri dahi anın yanına uruç ettiğin sair gaziler görünce huruşa geldiler.”

Sultan Mehmet, bu anlatış üzerine kahraman Abbas’ı yanına getirtti. Muharebenin şanlı menkıbelerini ona da söyletti, sonra kendi eliyle başına çifte çelenk taktı. Erzurum gümrüğü malından dolgun aylık bağladı, bol ihsanlar verdi. (Cevahirüttevarih)