Viyana Dönüşü. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan

Скачать книгу

yakası yüzünü yarı örtüyordu. Ayaklarını birbiri üzerine atarak oturuyordu, iki eliyle dizlerini tutuyordu. Elleri o kadar sıkı bağlıydı ki mıhlanmış sanılırdı. Ne kımıldıyordu ne ayrılıyordu. Kırım şehzadesine derin derin baktıktan sonra gözlerini süzdü, ‘Hoş geldin buyur otur.’ dedi, sağındaki sandalyeyi gösterdi. Ahmet Giray, hemen yere kapaklandı, vezirin eteğini öptü, gösterilen yere ilişti, iki dakika sonra otağa Erdel Kralı Apafi girdi, eşikte beni görünce sevinir gibi oldu, gözleriyle şartımı hatırlatmaya çalıştı. Ben de başımı yavaşça salladım, korkmamasını anlattım. O, benim verdiğim yürek pekliğiyle ilerledi, dizüstü çökerek ipekli halıyı öpüp kalktı. Her üç adımda bu işi yaparak yürüdü, sadrazamın önüne gelince gene yere kapandı, vezirin sağ ve sol ayaklarını, eteğini ayrı ayrı öptü, geri geri çekildi, el pençe divan durdu, beklemeye koyuldu.

      Fazıl Ahmet Paşa, gene eski durumdaydı. Ne başını kımıldatıyordu ne dizlerine kilitlediği ellerini kıpırdatıyordu, ben için için titriyordum. Bu azamet, bu kudret gözlerimi kamaştırmıştı. Ayakta duran krala baktıkça bütün Erdel ülkesi dağıyla, taşıyla, bağıyla, bahçesiyle, yirmi kere yüz bin halkıyla küçülüp küçülüp gelmiş, şu otağa girmiş ve köle biçimine bürünmüş sanıyordum. Yirmi kere yüz bin insan bu kralın ayağını öpüyordu, yedi yüz altmış kalede onun bayrağı sallanıyordu, binlerce kişilik ordu onun emri altında bulunuyordu. O bir kraldı, fermanlar çıkarıyordu, kelleler düşürüyordu ve her dileğini yaptırabiliyordu. Fakat burada bir hiçti, bir Türk vezirinin işte ayağını öpüyordu.

      Bunu görmek, bunu sezmek beni titretiyordu, içimi altüst ediyordu. Hayran hayran vezire bakıyordum. Boyca, bosça benden çok aşağı olan genç Köprülü şimdi gözüme Erciyes Dağı gibi heybetli görünüyordu. O ince muslin sarık, kıvrımlaşmış beyaz bulutu andırıyordu ve bu başın tacı oluyordu.

      Köprülü, iki üç dakika durumunu bozmadı, Erdel kralını görmüyormuş gibi davrandı, sonra ellerini diz kapaklarından ayırmaksızın bir kelime söyledi:

      “Otur!”

      Vezirin arkasında duran başçavuş, sol tarafta bir iskemle gösterdi. Kral da veziri üç kere selamladı, yan yan yürüdü, iskemleye oturdu.

      Sıra Eflak ve Boğdan beylerine gelmişti. Onlar da otağa art arda geldiler, kulluk borcunu yerine getirdiler, yer ve ayak öptüler, lakin otur emri almadılar, vezir ağalarının arasında ayakta kaldılar. Koca çadırda çıt yoktu, herkes önüne bakıyordu. Yalnız ben, içimden gelen meraka kapılarak yan gözle veziri, Kırım şehzadesini, Erdel kralını, Eflak ve Boğdan beylerini süzüyordum. Bir aslan önünde tavşanlar ne biçim alırlarsa bu devletliler de öyle görünüyorlardı, hepsinin yüzleri soluktu, solukları kesikti. Orada herkes gölgeleşmiş gibiydi, kan ve can yalnız vezirdeydi. O da canları dermansız bırakan, kanları kurutan bu kudreti Türklükten alıyordu. Bu sırrı ben, gülde koku sezer, mumda ışık görür gibi apaçık seziyordum, görüyordum, tatlı bir şaşkınlık geçiriyordum.

      İşte bu sırada tavşanlarla konuşan bir aslan sesiyle sadrazamın dile geldiğini duydum. Genç vezir, krala ve Eflak, Boğdan beylerine ayrı ayrı bakarak soruyordu:

      ‘Niçin böyle geç geldiniz? Ne kadar zamandır size ferman geldi, ne kadar zamandır ben Uyvar’ı döveli? Hemen sizleri ve bile getirdiğiniz kalabalığa katletmek gerek!’8

      Kralın, voyvodaların korkudan kısırlaştıklarına şüphe yok ya, benim de yüreğim ağzıma geldi. Köprülü oğlu, dediğini yapmaya kalkışırsa benim krala verdiğim söz boşa gitmiş olacaktı, leventlik namusuma kir bulaşacaktı, krala acımasam bile verdiğim söze saygı göstermek borcumdu, onun için tepeden tırnağa kadar kulak kesildim, veziri dinlemeye koyuldum. ‘Cellat!’ der demez atılacaktım; ‘Uyvar’a diktiğim bayrağa bağışla bu adamı!’ diye haykıracaktım. Fakat vezir bu işi yapmadı, onların kuşça canını bağışladı, hatta benim şakadan ortaya koyduğum şarta da değer verdi, konukların kanını korkuya bulayıp bir iyi kuruttuktan sonra dizlerine kilitli duran ellerini çözdü, yana doğru eğilip uzandı.

      ‘Her zaferin…’ dedi. ‘bir zekâtı vardır, ödenmesi gerektir. Uyvar’ı almak şerefine suçunuzu bağışlıyorum.”

      Kırım şehzadesi, Erdel kralı, Boğdan ve Eflak beyleri -bıçak altından kurtulmuş koyunlar gibi- şaşkın şaşkın bakışırlarken Kethüda Bey onlara vazifelerini hatırlattı:

      ‘Ayak öpünüz!’

      ‘Onlar genç vezirin ayağına doğru, öndül kokusu alan yarış atları gibi hırs ile koşarken biz bıyık altından gülüyorduk. Fazıl Ahmet Paşa, tabanını yalayıp duran Apafi Mihal’in bu sersem durumunu eliyle önledi:

      ‘Yeter!’ dedi. ‘Artık kalk. Seni biraz da Deli Murat’a bağışladım. Akıllılık edip ona şart koşturmuşsun. Zavallının ne eşi ne dişilerle alışverişi var. Bol keseden şart etmiş. Lakin ben onun sözünü işte kendi sözüm gibi tuttum, seni incitmedim. Sen de onu hoş tut!..’

      Kral Apafi, dudaklarını vezirin ayağından çekerek bana bakıyordu, elimle işaret ederek kalkmasını anlattım. O da kendini topladı. Sadrazamın elini, eteğini, dizini, topuğunu bir kere daha öperek geri çekildi, öbür konuklarla bir sıraya girdi, otağdan çıktı.

      Ertesi gün büyük bir ziyafet verildi. Tam üç yüz koyun, elli sığır, üç bin tavuk kesildi. Ellişer kazan çorba, pilav ve zerde pişirildi, iki yüz bin çörek dağıtıldı. Vezir aşçıları, koyun ve sığır kebaplarının içine diri tavşanlar, diri güvercinler koymuşlarmış. Kral takımı kebapları parçalarken bu hayvancıklar çıkıveriyorlar, uçuşarak, kaçışarak etrafı karmakarışık ediyorlardı. Apafi’nin önüne konulan koyun çevirmesinden de bir güvercin çıkmış, kralın tepesine konarak uzun uzun dinlenmişti.

      İşte bu yiyip içmeler ve yeni savaşlara hazırlanmalar sırasında kral beni çağırdı, elime iri taşlı bir yüzük tutuşturdu, tercüman ağzıyla şunları söyledi:

      ‘Sen evli değilmişsin, öyleyken yaptığın şartı yerine getirdin, beni sadrazamın gazabından kurtardın. Ben de sana atalarımdan miras kalan şu yüzüğü veriyorum. Fakat senden söz istiyorum: Yüzüğü ancak nikâhla alacağın kadına vereceksin. Kendin takmayacaksın, Allah etmesin, aç kalsan satmayacaksın. Söz mü?’

      O güne kadar evlenmek hatırımdan geçmemişti. Kralı dinledikten sonra içime bir heves çöktü. Ağzım sulanır gibi oldu. Orada, kral otağında oturup dururken gözümün önünde başı arakçinli,9 beli kemerli, kaşı rastıklı, gözleri sürmeli gelinler dolaşıyordu. Bu kuruntulamalar içinde kendimden geçmiş olacağım ki istenilen sözü verdim, yüzüğü aldım.”

      Serçeşme Deli Murat, elini koynuna soktu, bir meşin kese çıkardı. Yüzük, kadife kutusu ile beraber bu kesenin içindeydi. Onu arkadaşına gösterdi.

      “İşte…” dedi. “Kralın başıma sardığı elmas dert. Dokuz yıldan beri bu derdi taşıyorum. Ne zaman ne de aman bulamadım ki onu bir eksik eteğin parmağına geçireyim!”

      Gerçekten krallar hazinesine layık bir değer taşıyan bu yüzüğü şöylece gözden geçiren Kara Mehmet sordu:

      “Evlenmek

Скачать книгу


<p>8</p>

Fazıl Ahmet Paşa ağzıyla yazılan bu soruyu hiç değiştirmeden kelime kelime Evliya Çelebi’den aldık. Erdel kralıyla Eflak, Boğdan voyvodalarının Uyvar önünde Köprülü oğluyla buluşmaları hakkında en iyi tafsilat Evliya’nın “Seyahatname”sinde (c. 6) vardır. (y.n.)

<p>9</p>

Arakçin, gelinlerin başına konulan bir hotozdur, iplikle gelinin saçlarına sıkıca bağlanırdı ve bunu çözmek güveylerin vazifesi idi. (y.n.)