Esrar-ı Cinayat. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Esrar-ı Cinayat - Ахмет Мидхат страница 10

Жанр:
Серия:
Издательство:
Esrar-ı Cinayat - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

tümü en kötü kasıtlardır. Âlemde insana kendi nefsi kadar aziz olabilecek hiçbir şey yoktur. Bu kadar aziz olan bir şeye kastı göze aldıran adam da o kadar büyük bir suçu göze aldırmış olur ki kulaklarında bulunan küpeye tam’an çocuğun kulaklarını yırtan veyahut bir intikam hissine mağluben yol üzerinde bir günahsızı öldüren cani bile, o kötü kasta karşı bir dereceye kadar olsun kendisini mazur göstermeye çalışabilir.

      Kendi nefsine cidden kastettiği hâlde herhangi bir sebeple canı son kertesinde iken kurtarılan adamı kısasen idam etmeye lüzum gösterilse, bu lüzumu inkâr edecek pek az hâkim olabilirdi. Zira kendi nefsine kastı göze aldırmış olan bir adam için ondan sonra da kendisine tekrar kastedemeyecek hiçbir şey düşünülemeyeceğinden, böyle bir adamı insanların içine tekrar gönderip dışarı çıkarmak lüzumu aşikârdır. Ancak bunların birtakımları da sadece bir cinnet eseri olmak üzere intihara cesaret alıyorlar. Bunlar kurtulduktan sonra o hastalık da bertaraf olması ihtimali üzerine, hâkim ve savcılar onun cezalandırılması yoluna başvurmuyorlar.

      Mehmet Ali Paşa merhum Mısır’da askerî nizamını tesis ettiği zaman birtakım Araplar askere alınmamak için sağ gözlerini çıkarırlarmış. Bunlardan birçoğunu Mehmet Ali Paşa dayaktan gebertmiş. Sebebiyse Arap’ın gözünü çıkartmasıyla bir askerden mahrum kaldığı kaziyesi değildir. Zira tek gözlü kalan Arap’ı dayak altında öldürmekle tümüyle kaybetmiş oluyor. Paşa burada sadece kendi gözüne kendisinin kastetmesi fiilinin kötü bir şey olduğunu herkese göstermek için bu cezayı bunlara uygun bulmuş.

      İşte kanun nazarında asıl cezaya şayan olan şey kastedildiği ve kasıtlar arasında da insanın kendi nefsine kastının en kötü sayıldığı için nefsine kasıt ile intihar edenler de kanunun hikmeti nazarında en büyük cani sayılmışlardır. Bunlar yalnız kendi cinayetlerinin cezasını yine o cinayetin işlenmesi suretiyle tayin etmiş oldukları için başka bir kanuni mesuliyet lüzumunu göstermemiş olurlar. Şu kadar var ki insanların çoğunluğu bu cinayetin uhrevi mesuliyetinden de yine şüphe etmezler. Zira derler ki “Nefsine suikast eden imansız gider!”

      2

      İntihar hakkında yukarıdaki bölümümüzde arz ettiğimiz bazı mülahazaları daha ziyade genişletebilirdik. Ezcümle nefsine suikast etmek hiç de yiğitlik sayılamayacağını tahlil ederek iddiamızı ispat zımnında da intiharı göze aldırmış pek çok aciz kadının bile bulunduğunu belirtebilirdik. Ancak maksadımız yalnız intihar hakkında hakimane bir cilt yazmak değildir. Belki hikâyemizden işbu ikinci kısma koyduğumuz başlık gereğince Beyoğlu’nda bir intihar vakası göreceğimizden, o vakayı görmeye ve o feci intihar hakkında hakimane olan bir fikir ile gitmek için şu kadarcık bir bilgiyi aktarmayı kâfi gördük.

      Hicri bin iki yüz şu kadar senesine tesadüf eden ağustos ayının yirmi sekizinci çarşamba sabahı idi ki Beyoğlu’nda (…) Mahallesi’nde (…) Sokağı ahalisini derinden sarsan ve içlerini acıtan bir feryat figan ile hüzne boğdu.

      Kâh “Yangın var!” diye feryatlar geliyordu, kâh “Cankurtaran yok mu?” diye bağrışmalar oluyordu.

      İlk ses hemen herkesi pencerelere koşturarak ses gelen tarafta duman, alev gibi yangına delalet eden işaretleri aramaya mecbur ettiyse de öyle bir şey görülemeyince pencerelere koşanlarda bir sakinleşme görüldü. “Cankurtaran yok mu?” sualine ise tasdik cevabı verecek kahramanları bu zamanda konu komşu arasında aramamalıdır.

      Gerçi temaşa erbapları henüz pencerelerden ayrılmamış idiler. Şu kadar var ki ihtiyaten perdeleri daha sıkıca indirerek perde aralıklarına göz uydurup vukuatı temaşaya çalışıyorlardı.

      Feryat hâlâ devam ediyor, hem de gelen sesler kadın sesleridir.

      On dakika sonra birçok ayak patırtıları işitildi. Öyle olur olmaz nazik potinlerin edecekleri patırtılar gibi değil. Asker çizmelerinden hasıl olan ayak patırtıları ki jimnastik adım yüründüğü zaman âdeta yerleri sarsar.

      Bu patırtıların sahipleri asker olduklarını tüfek, süngü ve kılıç şakırtıları da teyit için ispat ettiler. Bunun üzerine, (…) Sokağı’na nazır olan pencerelerin birkaçı açılarak dışarıya bazı başlar çıkmak derecesine kadar ahalide cüret peyda oldu.

      Gelen asker yirmi beş kadar asker olup, sekizi nizamiye ve on yedisi jandarma idi. Nizamiye efradı bir teğmenin, jandarmalar ise bir yüzbaşının kumandası altında bulunarak, fakat iki zabit de kısacık boylu, koca kafalı sivil kıyafetli bir efendinin emrine itaat ediyorlardı.

      Bu efendiyi görseydiniz bizim mahir Savcı Osman Sabri olduğunu derhâl anlardınız.

      Böyle bir vakaya gelen askerde “Vurunuz! Tutunuz! Koşunuz!” gibi telaşlar olursa bunu akıl dışı görür müsünüz?

      Hatta maatteessüf itiraf eylersiniz ki bu yolda vukuya gelen hareketlerin çoğu öyle telaşlı ve gürültülü olur, öyle değil mi?

      Hâlbuki bu sabah ayak patırtısı ve tabii meydana gelen silah şakırtısı gibi seslerden başka, telaşa, gürültüye delalet eder hiçbir ses işitilmiyordu. Çünkü Osman Sabri’de öyle telaş edecek tavır olmadığı gibi emrinde bulunan jandarma yüzbaşısı da lüzumu kadar bile söz söylemeyi gevezelik sayan bir kıranta adam olduğundan ve nizamiyede ise ses çıkarmak zaten askerî intizama aykırı bir hâl bulunduğundan, gece gezen askerin ne kadar patırtısı olursa bu sabah feryat ve figan işitilen haneyi basan askerde dahi ondan ziyade patırtı duyulmaması tabii idi.

      Osman Sabri bir kere haneyi hızlıca muayeneden geçirdikten sonra yüzbaşıya dedi ki:

      “Cafer Ağa! Hanenin arka kapısı olduğunu zannettirecek gibi bir vaziyeti yoktur. Fakat damdan dama kaçarak bir kaçacak yer bulmak ihtimali cani veya caniler için zor değildir. Bu sokağın ötesindeki sokak ile yanlardaki sokakları derhâl kontrol altına alınız.”

      Cafer Ağa’daki cevap askerce bir selamdan ibaret oldu.

      Nizamiye teğmeni ile iki kelime konuşarak sonra askere bir emir verildi ki iki sıra olan askerin birinci sırası yarım sağ ve ikinci sırası yarım sol ederek jimnastik adım yürüyüşüyle hareket edildi. Bir dakika içinde feryat gelen hanenin bulunduğu yeri kapsayan sokakların tümüne nöbetçi bırakıldı.

      Bu iş bittikten sonra Cafer Ağa, Osman Sabri’nin yanına geldiğinde Osman Sabri dedi ki:

      “Sen abluka hattını daima devret. Şüpheli olarak sokakta kimi görürsen tutukla. Hane içine ben girerim.”

      Bu emri nizamiye teğmeni de işitmişti. Yüzbaşı ile teğmen baş başa vererek, tekrar ikişer kelime konuşmadan sonra biri sağa, birisi sola dönerek belirledikleri noktalardan ibaret olan abluka kordonunu devire başladılar.

      Kapıda Osman Sabri’nin yanında bir çavuş bir onbaşı ile dört asker kalmıştı. Onbaşıya gerekli talimat verilerek ve iki asker ile kapıda bırakarak kendisi çavuş ve iki de askerle beraber içeriye girdi.

      Kapıdakilere verdiği talimatı izah ve tafsile hacet var mı? Katiller dışarıya fırlarlar ise tutmaktan, teslim olmazlar ise vurmaktan ve içeriden çağrılacak olurlarsa imdada koşmaktan ibaretti.

      Bu emirler o kadar çabuk verildi ve icapları o kadar çabuk icra olundu ki kolun kapıya varışından hemen dört dakika sonra Osman Sabri Efendi de

Скачать книгу