Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi - Ахмет Мидхат страница 9

Жанр:
Серия:
Издательство:
Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

çalışıyorlardı.

      Uzaktan ok oka çatışmaya başlandı ve sapan taşları iki taraftan da bela yağmuru gibi yağdırılıyordu. Biraz daha yakından ciritler, harbeler ve el ile taşlar atılmaya başlandı. Nihayet balta baltaya, bıçak bıçağa, kazık kazığa, topuz topuza, yumruk yumruğa, boğaz boğaza gelindi. Gerçi iki taraf savaşçılarının miktarları az idiyse de muharebenin dehşeti bizim bu taraflarda görülen muharebelerin büyüklerinden bile emsali tasavvur olunamayacak bir suret peyda etti.

      Çarpışanlar top tüfek tanelerine hedef olmuyorlar ki isabetleri ardından helak oluversinler. Her vahşi birkaç defa yaralanmakla beraber kendisi gibi düşmandan bir kaçını yaralamaya kuvvet bulabilirdi. Helak olanların her biri canlarını gayet pahalı satıyordu. Pençe denilen şeyin silah sayıldığı bir savaşta düşmanının gırtlağına sarılıp koparmak, çıkarmak derecesinde bir şiddet gösterilir de o savaşın dehşeti medenilerinki ile kıyas mı kabul eder?

      Bir buçuk saat kadar devam eden bu savaşta iki taraftan sekiz on kişi katledildi. Onun iki üç misli yaralı olduğu hâlde Patariçarlar galebeden ümidi keserek nehre doğru firar ettiler. Fardiçarlar da bunların arkasından takibe başladılar. Düşman nehir kıyısındaki kayıklarına binip açılıncaya kadar arkalarından ok ve sapan taşı yağdırmakta devam ettiler.

      Kabilenin cengâverleri savaştıkları sırada karılar düşman tarafından atılan ok ve harbeleri toplayıp muhariplere yetiştirmekte ve sapanlar için en uygun gelecek taşları bulup getirmekteydiler. Düşmanın kaçışı esnasında erkekler takibe gittikleri zaman da kadınlar esiri koruma hizmetinde bulundular. Nihayet erkekler galebe şarkısı okuya okuya döndükleri zaman karılar düşman ölülerinin kafalarını kesip sırıklar ucuna takarak ve kol, bacaklarını da kesip ellerine alarak ve bunları okunan cenk şarkısının musikisine de uyarlayıp sallayarak istikballerine koştular.

      Bu cenk şarkısı vahşilerin en muntazam ve en manidar şarkılarındandır ki üç kıtasının aynısına yakın tercümesi şu şekildedir:

      Döktük kanları

      Yaktık canları

      Aldık şanları

      Kahramanlarız

      Pehlivanlarız

      Vardır şanımız

      Yok dengimiz

      Çok destanımız

      Kahramanlarız

      Pehlivanlarız.

      Cenktir zevkimiz

      Onda şevkimiz

      Yok üstümüz.

      Kahramanlarız

      Pehlivanlarız.

      Bu şarkının her ilk üç mısraları bizim musiki usulünce düyek yani marş usulünde bestelenmiş olduklarından onlar okunurken vahşiler âdeta muntazam adımlarla yürürler. Nakarat makamında olan son iki mısra ise âdeta bizim aksak usulünde bestelenmiş bulunduklarından bu mısralar okundukları zaman da dans ederler.

      Danslarında bizim zeybek oyunları gibi kâh bir diz ve kâh iki diz üzerine eğilmekten başka Garp oyunları gibi el çırpmak ve durumuna göre yere kadar eğilip doğrulmak dahi vardır.

      Fakat marş adımlarıyla yürümeleri de bir tür dans suretindedir. Zira bu meşk esnasında silahlarını gizli bir düşmana karşı kullanıyormuşçasına sallayıp bedenleriyle de farklı savaş hareketlerinde bulunurlar.

      Kurban merasimi bu defa da ertelenmekten kurtulduktan sonra Zak Maradangal savaştan önce eline almış bulunduğu bıçağı tekrar eline alarak kısa nağmelerle bir güfte okumaya başladı ki her mısrayı kurban ameliyatının bir cinsini icraya dairdi. Her mısrayı okudukça işaret ettiği ameliyatı da ona göre icra ediyordu. Hâlbuki Maradangal böyle her mısrayı okuyup ameliyatı icra ettikçe vahşîler “Uğurlu olsun ey fazıl!” kelimelerinden ibaret bulunan nakaratı tekrarla kıvıra kıvıra dans ediyorlardı. Maradangal’ın bu güftesi ise şu şekilde tercüme edilebilir:

      Aldım bıçağı elime,

      İsm-i mabudu dilime.

      Yardım şöylece sadrını,

      Açtım böylece bağrını,

      Çıkardım bak ciğerini,

      Anlayınız değerini.

      Bakın bakın, buna bakın!

      Bunu şu ağaca takın.

      İşte kurbanın kalbi de

      Mabudumuz kabul ede.

      Kafayı kesip ayırdım,

      İsm-i mabudu çağırdım.

      İşte kat’ ettim kolları

      Ağaca asın şunları.

      Ayakları kestim dizden,

      Mabut razı olsun bizden.

      Atın vücudunu nehre,

      Balıklar da alsın behre.

      Resm-i kurban oldu tamam,

      Mabûda bizden çok selam.

      Evvelce de denildiği gibi bu güftenin her mısrayı okundukça işaret ettiği ameliyat Maradangal tarafından icra olunduğu gibi, kabile halkına düşen hizmetler de yerine getiriliyordu. Yani kurbanın ciğeri ve kalbi evvelce ağaçlara çakılmış olan ağaç çivilere asıldığı gibi, başı ve kolları ve dizlerinden kesilmiş olan iki ayakları da böyle ağaç çivilere saplanmıştı. Aztek itikatlarınca bir şeye yaramayacak olan naaşı nehre atılmak için cemaatçe davranılıp, şişe geçirilen kuzu gibi bir büyük sırığa geçirilmiş olan malum naaş da iki üç adam tarafından kaldırılmış ve cemaat da nehre doğru yönelmişti.

      Bu kurbanın talihi gereği midir, nedir, naaş nehre götürülürken bir engel daha çıkmasın mı?

      Bu defaki engel ise nehir tarafından bir Avrupalı sandalının bu tarafa doğru gelmesinden ibaretti. Avrupalıların kullandıkları sandallarla vahşilerin imal ettikleri kayıklar arasındaki fark ne kadar uzaktan olursa olsun derhâl takdir edilemez mi? Birkaç adamın kucaklayamayacağı kadar kalın bir ağaç kovuğunun içi oyularak vücuda getirilmiş olan hantal bir tekne ile Avrupalıların muntazam ve boyalı sandalları ilk bakışta ayırt edilebileceğinden başka vahşiler yelken kullanmayı da hiç beceremiyorlardı. Kürekleri bile birer tahta parçasından ibaret olduğu ve bunları başlıksız olarak yani suyu kepçe ile karıştırırcasına kullandıkları hâlde, gelen sandal ise bir Latin yelkenini epeyce şiddetli rüzgârlarla şişirmiş olduğu hâlde geliyordu.

      Sandal içinde kimler bulunduğunu görmeye yelken engel oluyor idiyse de, kimler bulunduğunu görmeye ne gerek var! Besbelli ki Avrupalıların, hem oraya yaklaşan Avrupalıların yalnız böyle küçük sandal ile gelmiş olmaları ihtimalden uzaktı. Mutlaka bir büyük gemiyle gelmiş olacaklarını da göz önünde bulunduran Aztekler bu işin içinde beyaz adamlar tarafından yine bir hücuma, bir felakete uğramak tehlikesi bulunduğunu derhâl anladıklarından ellerindeki naaşı yere bıraktıkları gibi her biri ormanın bir tarafına çekildiler. Oradan vukuatı izlemeye başlayıp, kaldılar.

      Gelen sandalsa rüzgârın öyle bir süratiyle kontrolden çıktı ve yarısına kadar nehrin sahiline saplanarak bir tarafına devrildi.

İntiha-yı Kitâb-ı

Скачать книгу