Kehanet Gecesi. Пол Бенджамин Остер

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kehanet Gecesi - Пол Бенджамин Остер страница 9

Kehanet Gecesi - Пол Бенджамин Остер

Скачать книгу

ne önemi vardı? Birkaç yıl Portekiz’de kalmıştı, belli ki bu defterler orada her yerde satılan türdendi, sıradan kırtasiyecilerde bulunabiliyordu. Portekiz’de üretilmiş mavi ciltli bir deftere neden yazmasındı? Hiçbir neden yoktu, hiç, yine de o sabah kendi defterimi satın alırken kapıldığım o nefis, hoş duygular, o sabah o deftere yazarak üretken birkaç saat geçirdiğim (bir yıldır giriştiğim ilk yazı denemesiydi) ve John’un evindeki bu akşam boyunca aklımın hep o çabalarımda olduğu düşünüldüğünde, bu durum bana şaşırtıcı bir rastlantı, küçük çaplı bir kara büyü gibi geldi.

      Salona döndüğümde keşfimden söz etmeyi düşünmüyordum. Çatlaklıktı benimkisi, fazlasıyla özel ve kişiseldi, eşyalarını karıştırmak gibi bir alışkanlığım olduğu izlenimi de vermek istemiyordum John’a. Ama salona girip de onu bacağı havada, gözlerinde umutsuz, çaresiz bir bakışla tavana bakarken gördüğümde fikrimi değiştirdim. Grace alt kattaydı, bulaşıkları yıkıyor, getirttiğimiz yemekten kalan artıkları çöpe döküyordu, onun boşalttığı koltuğa oturdum, kanepenin yanına, John’un başının bir metre kadar uzağına. Kendimi daha iyi hissedip hissetmediğimi sordu. Evet, dedim, daha iyiyim, sonra öne eğilip ona, “Bugün başıma çok tuhaf bir şey geldi,” dedim. “Sabah yürüyüşüne çıktığımda bir dükkâna girip bir defter aldım. Öyle mükemmel bir defterdi ki, öylesine sevimli ve tatlı bir küçük şeydi ki yeniden yazma isteği doğdu içimde. Eve varır varmaz çalışma masamın başına oturdum ve tam iki saat kesintisiz yazdım.”

      “İyi haber bu, Sidney,” dedi John. “Yeniden çalışmaya başlıyorsun.”

      “Flitcraft olayı.”

      “Bu daha da iyi.”

      “Göreceğiz. Yalnızca birkaç not aldım, taslak halinde, pek önemli değil. Ama bu defter bana güç verdi sanki, yarın sabahı zor bekliyorum, yazdıklarıma devam etmek için. Koyu mavi, çok hoş bir tonu var mavisinin, sırtında yukarıdan aşağı bez bir şerit iniyor ve ciltli. Hem de Portekiz malı.”

      “Portekiz mi?”

      “Hangi kent olduğunu bilmiyorum. Ama arka kapağın iç tarafında küçük bir etiket var, üzerinde Made in Portugal yazıyor.”

      “Bu defterlerden birini burada nasıl buldun Tanrı aşkına?”

      “Bizim semtte yeni bir kırtasiyeci açıldı. Adı Kâğıt Sarayı, sahibi de Chang adında biri. Elinde dört tane vardı.”

      “Lizbon’a her gittiğimde bu defterlerden alırdım. Çok iyi, çok sağlamdırlar. Bu defterlere yazmaya başladıktan sonra başka bir şeye yazamayacakmışsın gibi gelir.”

      “Ben de bugün aynı duyguya kapıldım. Umarım bu defterin bağımlısı olmuyorumdur.”

      “Bağımlılık demek abartı olabilir ama fazlasıyla baştan çıkarıcı oldukları kuşkusuz. Dikkatli ol Sid, ben yıllardır o defterleri kullanıyorum ve ne dediğimi biliyorum.”

      “Sanki tehlikelilermiş gibi konuşuyorsun.”

      “Ne yazdığına bağlı. O defterler çok dostturlar ama acımasız da olabilirler, gözünü aç da onların içinde kaybolma.”

      “Sen bana kayıpmışsın gibi gelmiyorsun. Hem banyodan gelirken çalışma masanın üzerinde bu defterlerden birini gördüm.”

      “New York’a dönmeden önce epeyce yedek defter almıştım. Ne yazık ki gördüğün defter sonuncusu ve neredeyse bitmek üzere. Amerika’da bulunabildiklerini bilmiyordum. Üreticisine yazıp birkaç tane ısmarlamayı düşünüyordum.”

      “Dükkânın sahibi bana o şirketin kapandığını söyledi.”

      “Şansa bak. Ama şaşırmadım. Belli ki bu defterlere pek rağbet yoktu.”

      “İstersen pazartesi günü gidip sana bir tane alabilirim.”

      “Mavi kalmış mı?”

      “Siyah, kırmızı ve kahverengi. Son maviyi ben aldım.”

      “Çok fena. Ben maviden başka renk sevmiyorum. Madem o şirket kapanmış ben de yeni alışkanlıklar edinmek zorundayım.”

      “Çok komik, ama bu sabah raftaki o defterlere baktığımda elim hemen maviye gitti. O defter beni çekti, sanki karşı koyamadım. Sence ne anlama geliyor bu?”

      “Hiçbir anlamı yok Sid. Tek anlamı, hafifçe kafadan kontak olman. Ben de senin kadar kafadan kontağım. Kitap yazıyoruz, değil mi? Bizim gibilerden başka ne beklenir ki?”

      Cumartesi geceleri New York hep kalabalıktır ama o gece sokaklar her zamankinden de tıklım tıklımdı, eve dönmek gecikmelerle birlikte aşağı yukarı bir saatimizi aldı. Grace, John’un evinin önünde bir taksi yakalamayı başardı, ama arabaya binip sürücüye Brooklyn’e gideceğimizi söylediğimizde, benzininin bitmekte olduğunu bahane edip bizi kabul etmedi. Ben itiraz etmek istedim ama Grace kolumdan tutup beni nazikçe taksiden indirdi. Ondan sonra hiçbir taksi geçmedi, biz de gürültülü, sarhoş çocuk çetelerinin ve yarım düzine kaçık dilencinin arasından geçerek Yedinci Cadde’ye doğru yürümeye başladık. O gece Village’den enerji taşıyordu, her an içinden şiddet fışkırabilecek bir tımarhane gibiydi, Grace’in koluna asılıp dengemi yitirmemeye çalışırken o kalabalıkların arasında olmak beni yoruyordu. Boş bir taksi geçene kadar Barrow Sokağı’yla Yedinci Cadde’nin kesiştiği köşede tam on dakika bekledik, bu arada Grace öbür taksiden beni zorla indirdiği için en az altı kez özür dilemiş olmalı. “Kavga etmeni engellediğim için beni bağışla,” dedi. “Suç bende. Bu soğukta burada dikilmemen gerek, ama aptal insanlarla tartışmaktan nefret ediyorum. Beni çok sinirlendiriyor.”

      Ama Grace o gece aptal taksi sürücülerine sinirlenmekle kalmadı. Bu ikinci taksiye binmemizden hemen sonra durup dururken ağlamaya başladı. Öyle dolu dolu değil, hıçkırıklara boğularak değil, ama gözlerinin kıyısında yaşlar birikti, Clarkson’da kırmızı ışıkta durunca sokak lambalarının ışığı taksinin içine vurdu, ben de o ışıkta Grace’in gözlerinde yaşlar parladığını gördüm, irileşen küçük kristaller gibi gözlerine doluyorlardı. Grace asla kendini böyle koyvermezdi. Grace asla ağlamaz ya da aşırı duygu gösterilerine izin vermezdi, en gerilimli anlarında bile (benim hastalığım sırasında örneğin ve hastanede kaldığım o ilk, umarsız haftalarda) kendini tutmak ve en acı gerçeklerle yüz yüze gelmek konusunda doğuştan yetenekli gibi görünmüştü. Neyi olduğunu sordum ona, ama o başını sallayıp öte yana dönmekle yetindi. Ona sarılıp yeniden sorduğumda omzunu silkip elimi itti, daha önce böyle bir şey yaptığı olmamıştı. Düşmanca bir hareket değildi, ama dediğim gibi Grace böyle yapmazdı, biraz alındığımı itiraf etmeliyim. Ona zorla yanaşmak ve incindiğimi belli etmek istemediğimden arka koltukta kendi köşeme büzüldüm ve taksi Yedinci Cadde boyunca adım adım güneye doğru ilerlerken sessizce oturdum. Varick ve Canal sokaklarının köşesine geldiğimizde yoğun trafikte birkaç dakika sıkışıp kaldık. Korkunç bir sıkışıklıktı: kornalarını çalan otomobiller ve kamyonetler, birbirine bağırarak küfür eden sürücüler: tam anlamıyla bir New York cehennemi. Bütün bu kargaşanın ve karmaşanın ortasında Grace birden bana dönüp özür diledi. “Bu gece o öyle kötü görünüyordu ki,” dedi, “öyle

Скачать книгу